15 Haziran 2025 Pazar

Bölüm 5: "Başladığın Şeyi Bitirme İradesi"

5.


“Başladığın Şeyi Bitirme İradesi”



“Derler ki; hayat var olmaktan ve yok olmaktan ibarettir. Sanmayın ki yaşam bir nimettir. 

O size verilmiş bir acıdan daha fazlası değildir.” 


Ironclash, Or Chausha







Ölüm kadar sessiz.


Ölüm kadar çaresiz.


Etrafım sessizdi. Ateşin çıtırtıları bir yılan gibi bedenimi sarmış, çatallı diliyle dem vurduğu zihnimde ufak bir yer edinmişti kendine. Ama bilmediği bir şey vardı; zihnimde yer edinmiş bu dünya ıstırap doluydu.


Öyle noktaların eşiğinde duruyordum ki o eşik, aslında durmam gereken yermiş gibi geliyordu. O yere gözlerimi çevirip de bakmak istemiyordum. Çünkü biliyordum. Eğer yanlış bir yerse oradan gitmeye cesaretim olmazdı. Ama buna rağmen o yer, bütün yanlışlarına rağmen benim için her zaman doğru yerdi.


Bazen kurtulduğumuzu söylerlerdi. Sadece yara alarak kurtarıldığımızı zannederlerdi. Ama insan bazen düştüğünde yaralanmakla kalmıyor, aynı zamanda ölüyordu. İçimdeki o ses, beden öldüğünde geri getirebileceğin bir ruhun olmayacağını fısıldıyor ve bu gerçeği bana göstermeye çalışıyormuş gibi haykırıyordu. O küçük kız, beni ve ruhumu kurtardığını söylüyordu.


Öyleyse neden hâlâ yanıyordum?


Kirpiklerimin arasındaki ıslaklık, sıktığım bedenimi olduğum yerden milim dahi kıpırdatsam yanaklarıma süzülmekle tehdit ediyordu beni. Ruhum sızlamaya başladı. Gözyaşları, sahibinin ruhunu sızlatabilir miydi?


Benim sızlatıyordu.


Gün geceye evrilmişti. İçimdeki huzursuzluk, yağan kar tanelerini takip eden o dinginlikle büyük bir tezat oluşturacak şekilde sessizce kenara çekilmişti. Neler olduğunu anlayamıyordum. Ama yalnızlığı ilk kez böylesine derinden hissediyordum. Beni en çok şaşırtan ise, hayatım boyunca bu duyguyla hiç tanışmamış olmamdı. Ben yalnızlık nedir bilmezdim. Yalnızlığın bir insanın hayatımdaki yokluğuyla böylesine anlam kazanabileceğini de hiç düşünmemiştim zaten. Ama büyük bir yanılgının içerisine girdiğimi yeni yeni idrak ediyordum. Babamın gidişi, hayatımdaki bütün dengelerin değişmesine sebep olmuştu. Onun seçimlerinin doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışamazdım. Ama üzerimdeki korumacı etkisi, yokluğuyla kocaman bir boşluğa dönüşmüştü.


Bu gerçek, inkar edemeyeceğim kadar büyüktü.


Sahip olduğum tek insan olmasının getirisi, kendi hayatımı görmezden gelmeme sebep olacak kadar büyük bir önem arz ediyordu. İçimde, hayatını yalnızca onu izleyerek ve onu dinleyerek büyümüş bir kız çocuğu vardı. Yanındaki varlığına dört elle sarılmış ve geride kalan hiçbir şeyi önemsememişti. Bunun ne kadar yanlış olduğuyla yüzleşmek, vereceğim ilk savaşım olacaktı.


Arabanın içine düşen kasvetli sessizlikle birlikte dağ evinden ayrılalı neredeyse yarım saat kadar geçmişti. O andan beri benim için kurduğu hiçbir cümleyi idrak edemediğimin ve beni nasıl yönlendirmek istediyse ona aynı şekilde uyum sağladığımı hatırlıyordum.


Beynimde yankılanmaya devam eden cümleyle birlikte kucağımda duran cansız avuçlarımı mümkünmüş gibi daha fazla sıktım. Tırnaklarım avuç içlerime acıtacak kadar batarken gözlerimi yumdum ve içimdeki nasır tutan ruhuma işkence etmeye devam ederek bu trajik cümleyi tekrar etmeye devam ettim. Durmak gibi bir lüksümün olmadığını kendime yeniden hatırlattım. Durursam kaybederdim. Zaman, şimdi arkasından bakakaldığım kocaman bir anı yığını haline gelirdi. Bugün her şeyiyle o kadar ağırdı ki ne konuşmaya gücüm kalmıştı ne de dinlemeye.


Ama bugün biri kazanmış olmalıydı. Kazanan kimdi bilmiyordum.


Ama en büyük kaybı veren bendim.


“Daha ne kadar yanımda sessizlik yemini etmiş gibi durmaya devam edeceksin?” İşittiğim tanıdık sesle birlikte yumduğum gözlerimi araladım. “Sabrımın son demlerindeyim.” Klimayı çalıştırmış olmalıydı çünkü içeride boğucu bir sıcaklık vardı. Karanlık yolun içerisini aydınlatan tek şey, arabanın farlarıydı.


“Ne söylememi istiyorsun?” diye sordum, kısık çıkan sesimle. Saatler sonra ilk kez dudaklarımdan bir cümle döküldüğü için yanımda oturan adamın rahat bir nefes verdiğini işittim.


“Ne söylediğin önemli değil,” diye açıkladı ki bu beni şaşırtmaya yetmişti. “Sadece susmanı istemiyorum.” Beni sorguya çekeceğini düşünmüştüm. Ne de olsa bu onun göreviydi. Ve dosyasını alacağı maktulün şüphelisini elinden tutarak adalete teslim etmek üzere peşinden sürüklüyordu.

Eve gelen adama, gözlerini dahi kırpmadan bana baktığını hissediyordum. Ancak benim bakışlarımın odağında o yoktu. “Neden hiçbir şey anlatmadın?” 


“Seni neden açık etmediğimi mi merak ediyorsun?” diye sordu. Sessiz kalmaya devam ederek sorduğu soruyu böylece tasdiklemiş oldum. Sonuçta o bir savcıydı. Görev bilinci her şeyden önce gelirdi. Üstüne üstlük benim yüzümden vurulmuştu ve henüz bu saldırıyı kimin gerçekleştirdiğini bile bilmiyorduk. Sorular çoktu. Ama cevaplar? İşte bunun için meşakkatli bir yol izleyeceğimizden neredeyse emindim. “Her şeyden önce, emin olmadığım hiçbir konuda kesin hükümler vermem. Ben bir Cumhuriyet Savcısıyım. Şüphe uyandıracak bir delil olmadığı takdirde, bir suçlu da yoktur benim için.”


Şaşkınlıkla gözlerimi kırptım. “İhtimalleri göz ardı mı edersin, savcım?”


“Hayır,” dedi, gözlerindeki sarsılmaz bir kararlılıkla, yeşil irislerime bakarken. O an düşündüğüm tek şey, sesindeki soğukluğun, alev alev yanan ruhuma ne kadar iyi geldiğiydi. “İhtimalleri, iz sürmek konusunda bana yardımcı olması için her zaman aklımın bir köşesinde tutarım. Ama yolun sonunda artık o kişi ya suçludur ya da suçsuz.”


Altındaki ölümcül anlamlar kalbime ulaştığında, bileklerimdeki görünmez prangaların ağırlığı altında ezildiğimi hissettim. Benim için kurduğu cümlelerin altındaki o anlamı net bir şekilde duymuştum. Günün sonunda onun için ya bir suçlu olacaktım ya da suçsuz. 


“Babamı ben öldürmedim.” Sakin bir sesle dökülmüştü bu cümle dudaklarımdan. Ancak aramıza düşen bir elektrik gibi ikimizi de dumura uğratmıştı. Kaçtığım bütün duyguların ağına düşmüştüm. “Duydun mu beni? Onu ben öldürmedim.”


“Duydum.” Bir an bile olsun gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. Ruhumun derinliklerini görmek istermiş gibi dikkatli ve derin bakışlarının altında kapana sıkışmışım gibi hissettiriyordu. Beni sadece fiziksel olarak göz hapsine almıyordu. Ben aynı zamanda onun ruhunda ve zihninde de tutsak edilmiş gibi hissediyordum.


Ruhsal anlamda yaşamım boyunca savaşmaya programlanmış bir kadın olmuştum. Zamanla aslında bir savaş meydanında olmama rağmen, bir savaş olmadığını anladım. İşte o an, savaştığımı zannettiğim o meydanda durmuş, kaç defa kendimi yendiğimi ve kaç kere kendime yenildiğimi izlemiştim.


Sayamadığım kadar çok yenmiştim.


Sayamadığım kadar çok yenilmiştim.


Duygularımın üzerindeki yabancı atmosfere sahip olan o kasvet tam olarak bendim. Her zamanki gibi. Hayatımın kopan parçalarının savruluşunun üzerinden çok sular akmıştı ama hâlâ kıyıma vurmaya devam eden yeni yaralarım vardı. Sanki o kıyıdan uzatsam ellerimi, doldursam avuçlarıma geçmişin serin sularını, avuçlarımda bir ateşe dönüp yeniden beni yakacaktı. Buna rağmen biliyordum ki sevdiğim her şey aslında eksikliklerimi tamamlayan parçalarım olarak yeni bir yer ediniyordu kendine hayatımda. Şimdi altına imzamı attığım o dolma kalem ortadan ikiye ayrılmak üzereydi ve sivri ucu yeniden var olan parçalarıma batacaktı.


Arabadan indiğimizde ve önlü arkalı bir şekilde emniyetin kapısına doğru ilerlediğimizde, arkamdan gelen adımların altındaki o gücü hissettim. Üzerini değiştirmişti ve ben bunu yeni fark ediyordum. Altında siyah ve uzun bacaklarını gözler önüne seren kumaş pantolon, üzerinde de tertemiz beyaz bir gömlek vardı. Geniş omuzlarına tam oturan, yere kadar uzanan kaşe kabanı, her hareketinde sarsılmaz bir duruş sergilemesine sebep oluyordu. Ona baktığımda, birkaç saat öncesinde açtığım yarayla baş etmeye çalışan o adamdan ne kadar da farklı göründüğünü düşündüm.


Yüzündeki ifadeye baktığımda, içinde olduğumuz derin sulardaki tek canavarın kendisiymiş gibi bir izlenim yarattığını fark ettim. Gözlerindeki soğukkanlılık, bana yaşadığımız her şeyin bir hayalden ibaret olabileceğini düşündürüyordu.


Güvenlik görevlisinin yönlendirmesiyle cihazın içerisinden geçtim. Üzerimde kaşe kabanım dışında hiçbir şey yoktu. Saatlerdir aynı siyah elbisenin içerisindeydim. Ayağımdaki topuklular artık canımı acıtmaya başlamıştı. Nasıl görünüyordum bilmiyordum ama Meyra Salman gibi hissetmediğim de kesindi.


Emniyetin koridorlarında, Bora önde, ben de hemen onun arkasından yürümeye bir süre daha devam ettik. İçeride yoğun bir kargaşa hakimdi. Gürültülüydü. Çok gürültülüydü hem de. Bana bir yanıt vermesini beklemiyordum; ancak hiçbir şey söylemeden attığı sağlam adımların peşinden sürüklenirken içimden bir şeyleri yumruklamak geliyordu. “Burada bekle,” diyerek yüzüme dahi bakmadan kurduğu net emir, adımlarımın bir bıçak gibi kesilmesine sebep oldu. Daha sonra arkasını döndü ve beni geride bırakarak sol tarafımızda kalan camekan bir odaya girerek kapıyı da arkasından kapattı.


Masa başında oturan genç bir adam, Bora’yı görmesiyle ayağa kalktı. Bora, üzerindeki kabanını çıkararak gerilen sırtını gözlerimin önüne serdi. Gömleğinin manşetlerini açarak kollarına doğru sıyırmasını büyük bir dikkatle izlemeye başladım. Bakışları kısa bir an için bana döndükten sonra, aynı noktada durmaya devam ettiğimi gördü ve karşısındaki adama dönerek konuşmaya başladı.


İçimden kendime lanet ederek, neden bu zamana kadar dudak okumak konusunda kendimi geliştirmediğimi düşündüm. Kaşlarım çatıldı. Dudaklarının her hareketi gözümün önündeydi; ancak benim için hiçbir anlam ifade etmiyorlardı.


Sıkıntılı bir nefes vererek hemen yanı başımdaki bir amirin masasının önündeki boş sandalyeye doğru oturdum ve bacak bacak üzerine atarak beklemeye başladım.


“Size nasıl yardımcı olabilirim, hanımefendi?”

İşittiğim yabancı sesle birlikte bakışlarım, siyah bilgisayar ekranının arkasından bana bakan amire doğru döndü. Beklenti dolu gözleriyle benden bir yanıt bekliyordu. “Yardımcı olamazsınız, memur bey.” 


“Anlamadım?” 


“Ben şikayetçi olacak kişi değilim,” dedim. Yüzündeki şaşkınlığı görmezden geldim. “Şikayet edilen kişiyim.” Sırtımı rahatsız edici sandalyeye yasladım ve uzun tırnaklarımla masanın üzerine ritmik bir şekilde vurmaya başladım.


Amirin bakışlarını yüzümde hissediyordum. Ancak gözlerimi ayırmadan odanın içinde karşılıklı durmuş, hararetli bir konuşma gerçekleştiren o iki adamı izliyordum. Aralarında geçen konuşmanın baş kahramanıydım, şüphesiz. Üzerime çöken yorgunlukla birlikte derin bir nefes aldım. Sanki fırtınanın asıl sebebi dışarıdaki tipi değil de içimde hissettiğim yoğun duygulardan geliyordu. 


Bela her zaman bizim ensemizdeydi. Ancak babam beni bunlardan elinden geldiğince uzak tutabilmeyi başarmıştı. Şimdi yokluğu, bütün tehlikelerin ortasında yapayalnız kalmama sebep oluyordu. 


Bunlarla başa çıkabilecek güçteydim. Ama onun yokluğuyla nasıl baş edebileceğimi henüz bilmiyordum. Bana yol göstermesine ihtiyacım vardı. Çünkü benim bir hayatım yoktu. Benim hayatım her zaman ondan ibaret olmuştu.


Hissettiğim çaresizlikle mücadele edemeyeceğimi anladığımda, “Telefonunuzu kullanabilir miyim?” diye sordum amire. Klavyenin üzerindeki parmakları duraksadı. Hafif bir kafa sallamayla, masanın üzerindeki telefonunu bana uzatması birkaç saniye içinde olmuştu. Ayağa kalkarak Bora’nın beni göremeyeceğini düşündüğüm bir yere geçip, duvar kenarına doğru bedenimi gizlendim. Hafızamda olan tanıdık numaraları hızlıca tuşladıktan sonra cihazı kulağıma yasladım ve beklemeye başladım.


Birkaç çalıştan sonra telefon açıldı. “Kimsiniz?”


“Yalın benim,” dedim, panik dolu bir sesle. “Meyra.”


“Meyra iyi misin? Neredesin sen? Saatlerdir kafayı yemek üzereyim! Beni delirtmeye çalışıyorsan, başardın.” Öfkeli sesiyle birlikte gerginlikle dudaklarımı dişledim. Pekala. Bu tepkileri bekliyordum. Sadece hazırlıksız yakalanmıştım. Telefonun ardından gelen hışırtılardan, etrafındaki insanlardan uzaklaşarak rahat bir şekilde benimle konuşacağı bir yere geçtiğini anlamıştım.


“Sözümü kesme ve beni çok iyi dinle,” dedim. Etrafımı kolaçan ettim ve kendimi kolonun arkasına doğru gizleyerek, sesimin duyulmaması için fısıldayarak konuşmaya gayret ettim. “Emniyetteyim. Fazla zamanım yok. Kimseye belli etmeden hemen Vural Bey’i ara ve onu da alıp buraya gel.”


“Vural Bey zaten yanımda Meyra,” diye açıkladı, sıkıntılı bir nefes vererek. “Seni almak için eve gelen polislerden sonra, takdir edersin ki ulaştığım ilk kişi oldu kendisi.”

Boğazımı temizledim. “Haberin oldu yani?” 


“Evet,” dedi öfkeyle. “Nasıl böyle bir suçlamanın hedefinde olabilirsin, aklım almıyor.” Bir süre aramızda derin bir sessizlik oldu. Hiçbir şey söylemedim ve onun da söylemesini istemedim. Bu, ikimizin de kolayca dile getirebileceği bir cümle değildi.


Gerçekliği olmasa bile.


“Telefonu kapattıktan sonra sana bu numaradan konumumu atacağım.” Tek söyleyebileceğim bundan ibaretti. “Lütfen çabuk gelin.”


Hattın diğer ucundan kulağıma doğru gelen küfrü işittim. Kalbim büyük bir gümbürtüyle atarken, “Ben gelene kadar dikkatli ol. Seni oradan çıkaracağız,” dediğini işittim.


Yalın’ın babamdan sonra beni korumak konusunda ne kadar ehemmiyetli davrandığını bildiğim için şu anda kendini suçladığını da tahmin edebiliyordum. Yapacağı tek şey beni korumaktı ve o, şu an bunu eline yüzüne bulaştırdığını düşünüyor olmalıydı. Onu suçlamıyordum. Çünkü içinde olduğum bu bataklığa düşmemiş, adeta çekilmiştim. Ellerim titrerken Yalın’a konumu yolladım ve ardından son arama kayıtlarını ve mesajları da temizledim.


Geri dönüp oturduğumda, “Teşekkür ederim,” diyerek telefonu amire uzattım. Bakışlarım camla kaplı odaya çevrildiğinde Bora’nın orada olmadığını gördüm. Kaşlarım çatıldı. Geride kalan yokluğuyla, üzerimde hissetmediğim baskıcı ve gözlerime tutunan delici bakışları olmadan içine düştüğüm bu boşluk hissine şaşırdım. Oysaki biraz olsun rahatlayacağımı düşünmüştüm. Buna rağmen yaptığım tek şey, gözlerimle etrafı aramak ve onu bulmaya çalışmak olmuştu.


Önüme doğru uzatılan bir şişe suyla birlikte irkilerek bakışlarımı yanımdaki adama çevirdim. Bora, yüzündeki huzursuzluğu belli etmekten çekinmeyen bir ifadeyle bana bakıyordu. Bakışlarım önce bana uzattığı şişeye, daha sonra da ona döndü. Hiçbir şey söylemeden suyu elinden aldım ve birkaç yudumda içtim. Şişeyi dudaklarıma yaslayıp içmeye devam ederken bir yandan da gözlerimle hareketlerini takip ediyordum. Ellerini beline koymuş, yüzüne çöken ölüm kadar uğursuz bir ifadeyle yeşil irislerime bakıyordu.


Kaşlarımı çattım. “Hala neler olduğunu anlatmadın.”


“Seni sorgu odasına götürmek zorundayım,” dedi keskin bir sesle.


“Anlamadım?”


“Benimle gel.” Gözlerimin içine bakmadan kurduğu cümleyle birlikte yüzümü buruşturdum. Elimde, yarısına kadar içtiğim su şişesini sıkarak buruşturdum. Yel gibi esip yanından geçerek şişeyi çöp kovasına gürültülü bir ses çıkarmasına sebep olacak kadar sert bir şekilde fırlattığımda, hemen ardımdan verdiği derin ve sıkıntılı nefesi duydum. Umursamadım ve kollarımı göğsümde birleştirerek beni yönlendirmesini bekledim. Yan yana yürümeye başladık.


Aşağı doğru merdivenlerden inerken yüzüne bakmamak konusundaki ısrarımı sürdürdüm. Şimdi gözlerini yüzüme dikme sırası ondaydı. “Birazdan ifadeni alacağım. Hakkında gözaltı kararı almamı istemiyorsan, vereceğin cevaplarla beni ikna etmek zorundasın.”


Cümlesinin sonundaki vurgulama üzerine tek kaşımı kaldırarak şaşkınlıkla soludum.


“Hakkımda gözaltı kararı alacaksanız, elinizde sağlam deliller olsa iyi olur sayın savcım,” alaycı bir ifade ile kıvrılan dudaklarına takıldı bakışlarım. “Yoksa beni burada tutamazsınız.”


Bodrum katına indiğimizde kapıyı açarak kenara çekildi ve geçmem için bekledi. Yanından geçmeden önce duraksadım ve kafamı kaldırarak cam gibi parlayan gözlerine baktım. Birkaç saat önce yanımda duran o adamdan çok uzakta bir yerdeydi. Bana karşı hâlâ nazik davranışlar sergiliyordu. Ama bunun karakteri olduğunu anlamamak için dünyaya pespembe bir gözlüğün ardında bakıyor olmak gerekirdi. Saçlarımı savurarak yanından geçtim ve dik tutmaya devam ettiğim bedenimle cam pencerenin ardında kalan kasvetli odaya adım attım.


Gerçek Meyra Salman ile tanışma vaktiniz gelmiştir belki de Cumhuriyet Savcısı Bora Gediz.

Ayakkabımın topuk sesleri beton zeminde yankılanıyor ve içinde bulunduğumuz bu koyu renkli duvarlara çarparak bize geri dönüyordu. Bomboş bir odanın ortasında duran geniş masaya doğru ilerledim. Karşılıklı duran sandalyelerden birini gürültülü bir şekilde geriye doğru sürükleyerek rahat bir tavırla oturdum.


“Avukatım olmadan konuşmayacağım.”


Odanın kapısı kapandı. Yalnızca bakışlarımla takip ederek, onun da rahat bir tavırla tam karşımdaki sandalyeyi çekerek oturmasını izledim. Neredeyse birkaç saatten uzun geçirdiğimiz o zaman diliminde bana bu kadar mesafeli davrandığına şahit olmamıştım. Aniden suyun üzerindeki duyguları bastırmak konusunda daha güçlü hissettiğimi fark ettim. Belki de etrafında sana yardımcı olan insanlar olmadığında, mücadele etmek zor bir eylem olmaktan çıkıyordu. Diktiğim çenemle ona bakmayı sürdürdüm.


“Avukat talep etme hakkına sahipsiniz, Meyra Hanım.” Bora da bakışlarını bana çevirdi. “Sizin için barodan bir avukat ayarlayacağım.”


“Gerek yok,” dedim dişlerimi sıkarak. Muhtemelen şu andan itibaren gözlerimde yalnızca öfkeye şahit olduğu için sorgulayıcı bir ifadeyle baktı. “Ben kendi avukatımı aradım. Birazdan burada olur.”


Kaşları havalanırken, “Hiç vakit kaybetmemişsiniz,” dedi.


“Neden? Bilinçli bir vatandaş olmam sizi öfkelendirdi mi, sayın savcım?”


“Hayır, ne öfkelendirmesi,” dedi boğazını temizleyerek. Sırtını sandalyeye yasladı ve kollarını göğsünde birleştirdi. “Aksine, çok hoşuma gitti. İşimi kolaylaştıran insanları severim.”


Sert yüz hatlarını, parlak gözlerini ve kollarını birleştirdiği için gömleğin altındaki gerilen kaslarını inceledim. Kendisine baktığımı fark etmesine rağmen bundan rahatsızlık duymuyormuş gibi rahat bir ifadeyle durmaya devam ediyordu. Ve ben de çekinmeden gözlerimi üzerinde gezdirecek kadar arsız bir kadın profili oluşturuyordum. Göz ucuyla ona yeniden baktığımda bakışlarının bende olmadığını fark edince dişlerimi sıktım. Belki de dikkatini dağıtıyorsundur ve o bunu istemiyordur, diyen iç sesime inanmak istedim.


Vural Bey’i açılan kapının ardından içeri girerken gördüğümde, hissettiğim rahatlama duygusuyla farkında olmadan derin bir nefes verdim. Tek kelime etmeden yanıma geldi ve sandalyeye oturarak elindeki siyah evrak çantasını masaya bıraktı. İçinden birkaç kağıt parçası çıkararak önüne koyduğunda profesyonelliği karşısında onu bir kere daha takdir ettim. Senelerce babam için çalışmıştı. Ancak artık yoluna benimle devam edecekti.


Zamanında babama ait olan her şeyin baş kahramanı olduğumu idrak etmekte güçlük çekiyordum.


“Beklettiğim için üzgünüm, savcım,” dedi Vural Bey, tok bir sesle. “Siz ne zaman isterseniz başlayabiliriz.”


Kollarımı kucağıma doğru bıraktım ve sağımızda kalan büyük film kaplamalı cama baktım. Gördüğüm yalnızca kendi yansımamdı. Ancak kapının gerisinde duran komiseri ve ifadenin kaydını alacak olan amirin beni izleyen bakışlarını hissediyordum.


“Lafı dolandırmadan konuya gireceğim, Meyra Hanım,” Bora kollarını masaya doğru yasladı ve bana doğru eğildi. “Balamir Salman’ın kaza geçirdiği gün onunla iletişim kurdunuz mu?” Önünde duran kapalı dosyaya takılan gözlerimi geri bakışlarına çevirdim. İçerisinde bana ait bilgiler olduğunu biliyordum.


Babamın adını işittiğim anda göğsümdeki sızlamayı hissettim. “Hayır.”


“Emin misiniz?”


Başımı sallayarak, “Eminim,” dedim ve gözlerimi kıstım. “Onunla o gün de ondan önceki günlerde de hiçbir iletişimim olmadı.”


Dikkatli bakışlarını benden ayırdı. Önündeki siyah kapaklı dosyayı araladı ve içerisinden çıkardığı bir kağıt parçasını önüme koydu. “Öyleyse bu görüntüleri nasıl açıklayacaksınız?” diye sordu en sonunda.


Gözümden bir damla yaşın aktığını ve çeneme kadar ulaştığını hissettim. Önüme koyduğu kağıdın üzerinde bir fotoğraf karesi vardı. Orada gördüğüm yüz, babama aitti. Dişlerimi sıkarak usulca bir nefes verdim. Kalbimin tutsak edildiği bir kafesin içerisinde çaresizce çırpındığımı hissediyordum.

Artık baktığım hiçbir yerde onu göremeyecek olmanın derin acısıyla sarsıldım. Tam şu an olacaklardan değil, kendimden korkuyordum. Acımı öfkeye dönüştürmekten ve bu duyguyla önüme gelen her şeyi yakıp yıkacak olmamdan korkuyordum. Onu kimin öldürdüğünü bulamadığım her saniye, nefesimin bir bıçak olup boğazıma battığını hissedecektim. Gözümden hızla akan yeni bir yaşla birlikte elimi kaldırıp hemen sildim.


Bora, gözümden akan yaşa baktığında bana doğru yaklaştırdığı yüzünü başka bir tarafa çevirdi ve gerildiği çenesini gözler önüne serdi.


Vural Bey, önümdeki kağıdı alıp incelediğinde şaşkın bakışlarını üzerimde hissediyordum. Yaşadığım duygu karmaşası bu kadar yoğun olmasaydı, ben de aynı ifadeye sahip olabilirdim. Ancak donuk bakışlarımla diktiğim boşluğu eşelemeye devam ediyordum.


O fotoğraf karesinde karşılıklı durmuş konuşuyorduk. Ve bu görüntü, kaza yaptığı gün çekilmişti. İşin çarpıcı noktası, bunun imkansızlığındaydı. Çünkü ben o gün Rusya'daydım. Babamla karşılıklı durmak şöyle dursun, telefonla bile iletişim kurmamızın mümkün olmadığı bir belanın içerisinde sürükleniyordum.


Vural Bey, boğazını temizledi ve oturduğu yerde vücudunu dikleştirdi. “Sayın savcım, bir yanlışlık olmuş olmalı. Meyra Hanım bu tarihte yurt dışındaydı. Balamir Bey ile o gün görüşmüş olması mümkün değil.”


Bora, Vural Bey’in söylediklerinin kendisi için herhangi bir önemi yokmuş gibi, “Görüntüleri nasıl açıklayacaksınız, Meyra Hanım?” diyerek soruyu yeniden bana doğru yönlendirdiğinde, derin bir nefes alarak başımı kaldırdım. Gözlerimiz buluşurken öfkesinin dağıldığını ve yerini büyük bir merak duygusuna bıraktığını gördüm.


Her nefes aldığımda burnuma dolan tanıdık kokusu, derinlerde bir canavarın uykusunu kendi elleriyle dürterek uyandırmaya çalışıyordu sanki. Ve bu canavar uyanırsa, yakıp yıktığım ne varsa, içinde kendi benliğimi de yok etmeden bırakmayacaktı. Ama ben o kadar yorgun hissediyordum ki, sudan hikayeler anlatsın istiyordum, ruhumun sessiz ormanları. Belki bir masal kitabının içerisinde yaşasam, ruhumun gözyaşlarında kağıttan kayık yüzdüren o küçük kız daha fazla üzülmezdi.


Ama üzülüyordu.


O küçük kızın ruhu çok üzülüyordu.


“Avukatımın da dediği gibi,” dedim sert bir sesle. “O tarihte henüz Türkiye’ye dönmemiştim. Burada bile değilken babamla nasıl görüşebilirim?”


“Güvenlik kamerasına yansıyan görüntüleriniz ile dedikleriniz birbirine ters düşüyor. Gözümün gördüğüne mi inanmalıyım yoksa dayanağı bile olmayan beyanınıza mı?”


“Size doğruyu söylüyorum, savcım.” Ardından başımı iki yana doğru salladım. “Kanıt isterseniz, yurt dışı çıkış kaydımı incelemeniz yeterli olacaktır.” Kağıda bakmak canımı yakıyordu. “O fotoğraftaki kadın ben değilim.”


Buna rağmen oradaki kadının ben olduğumu görebiliyordum. Gözlerim gördüklerini inkar etmeye çalışsa da, uzun boyuna, siyah saçlarına ve giydiği kıyafetlere kadar baktığım o kişi bendim. Nasıl olduğunu anlamıyordum. Montaj olma ihtimali var mıydı?


Vural Bey, düşündüklerimi hissetmiş gibi, “Bu görüntüler elinize nasıl geçti, sayın savcım?” diye sordu. “Üstünde oynama yapılma ihtimali çok yüksek.”


“Kaynaklarımı sizinle paylaşacak değilim, avukat,” dedi sadece.


“Ama doğruluğundan emin olmadan karşımıza getirdiğiniz kanıt için bize bir açıklama yapmak zorunda kalacağınızı da bilmeliydiniz, savcım.”


Gülümsedi. Keyiften oldukça uzak, küçük bir gülümsemeydi; ancak buna rağmen oldukça etkileyici olduğunu göz ardı edemezdim. “Şüphe uyandıracak bir delil olmadığı takdirde sizi suçlayamam,” dedi, daha önce de kurmuş olduğu benzer bir cümleyi tekrar ettiğinde. “Ancak bu, sizi şüpheli bir hale getirecek kadar yeterli bir delil, Meyra Hanım.” Derin bir nefes vererek yüzümü incelemeye başladı. “Maktulü en son gören kişi sizsiniz.”


“Hayır, değilim!” Hissettiğim öfkeyi dizgileyemedim ve açığa çıkmasına izin verdim. Bu duyguların beni ele geçirmesine izin verebilirdim; ancak omuzlarımı düşürmeyecek ve çenemi dik tutmaya devam edecektim. “Birisi bana tuzak kurmaya çalışıyor.”


“Kim?” diye sordu net bir sesle.


“Bilmiyorum!” Gözümden yeni bir yaş daha aktı. Ancak bu sefer silmedim. İçimden haykırarak dışarı çıkmak isteyen cümleleri baskıladım.


Bu öyle bir duyguydu ki, benim aşina olduğum yollar bile insanların pek tercih etmediği yollardı. Ben onlar gibi değildim. Kimsenin yürümediği yollarda yürümeyi severdim. Ben, insanların korkup girmekten vazgeçtiği o sokakların başında beklerdim. Herkesin baktığı gökyüzüne bakar, ama farklı şeyler görürdüm.


İnsan, sevdiği birini toprağın altında bıraktığında daha çok kaçmaya başlardı. Ben babamı toprağın altında bırakmıştım ama nasıl bıraktığımı bile bilmiyordum. Zihnim, benden iyi olan anılarımı almış ve yerine kötülerini bırakmıştı. Kocaman bir boşlukla yaşamayı öğretmişti.


Bora’nın yüzümdeki bakışlarının gittikçe donuklaştığına şahit oldum. Bedeni artık kaskatı görünüyordu. Bir anda ayağa kalktı ve odadan dışarı çıktı. “Kaydı kapatın,” diyen sesini işittim. Vural Bey, olduğu yerde tedirginlikle Bora’nın ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyordu. Elimin tersiyle yanaklarımdaki yaşları sildim. Yanıma doğru gelen adım sesleriyle birlikte, “Bizi yalnız bırak, avukat,” dedi.


Herhangi bir hareketlilik olmayınca Vural Bey’e doğru döndüm ve dediğini yapması için kafamı salladım. “Kapının önünde bekliyorum, Meyra Hanım.”


Odadan uzaklaşan adım sesleriyle birlikte kapı gürültüyle kapandı. Bora herkesi göndermişti. Şimdi yeniden baş başa kalmıştık. Bugün ruhumun bekçisi bendim. Bugün izin vardı. Her şey kaybolabilir, dağılabilir ve yeniden var olana kadar parçalarına ayrılabilirdi. Onları daima bir araya getirmek için bekleyen hasarlı bedenim buradaydı.


Bora kesik bir nefes verdi ve yanımda ayakta tuttuğu bedenini bana doğru yaklaştırmaya başladı. Bir avucunu masaya doğru yasladı ve yüzlerimizin arasındaki mesafeyi sıfıra indirdi. “Komiser ifadeni aldı. Doğrulayana kadar hakkında gözaltı kararı almak zorundayım.”


“Bunu yapmaya hakkın yok!” Sinirle ayağa kalktığım için oturduğum sandalye büyük bir gürültüyle geriye doğru düştü. Kaskatı kesilen bakışlarıyla bir süre gözlerimin içine baktı. “Beni gözaltına almak için sebep dayanağın bile yok,” dedim, ne söylemeye çalıştığımı anladığını bilerek. “Bırakacaksın beni.”


“Sana, seni bırakacağımı düşündüren nedir?” diye sordu, otoriter bir sesle. “Ayrıca bunu yapmaya hakkım var. Ve yapacağım.”


“Kendi kafana göre kararlar veremezsin,” dedim sert bir sesle. Dudaklarımdan çıkan nefeslerim neredeyse gözümün önündeki yüzüne çarpıyordu.


“Ben bir Cumhuriyet Savcısıyım, farkındasın değil mi?”


Hissettiğim duyguyla başkaldırdım. “Elindeki deliller beni burada tutmak için yeterli değil.”

“Kendi hayatında başkaları senin emirlerine,” gözlerindeki soğukluğun yerini yavaşça bambaşka bir duygu aldığında, dudaklarının kıvrıldığına şahit oldum. Kirpiklerini kırpıştırarak, derinden gelen bir sesle fısıldadı: “Buradayken de sen benim emirlerime uymak zorundasın.”  


Ruhsuz bir gülümseme belirdi dudaklarımda. “Biraz daha kendinizi benimle kıyaslarsanız, kıskandığınızı düşüneceğim, sayın savcım.” 


Gülümsedi. Gözlerini yüzümün her bir zerresinde gezdirdi ve ardından kafasını tavana doğru dikerek yutkundu. Yeniden bana döndüğünde artık daha sakin görünüyordu. “Bana sadece bir gün vermeni istiyorum.” 


“Ne bir günü ya?” Başımı iki yana salladım ve sinirle önüme gelen saçlarımı geriye doğru savurdum. “Ne bir gününden bahsediyorsun sen?” 


“Güvenlik kamerası görüntülerini detaylı bir şekilde inceleyeceğim. Eğer video üzerinde oynama yapılmışsa, bunu ancak o gün olduğun olası konumları vereceğin için yapacağımız çıkış kaydın sayesinde kanıtlayabiliriz. Daha sonra da ifadeni yeniden düzenleriz.” 


Soğuk bir sesle, “Bu anlattıkların neredeyse günler sürer. Ben o zamana kadar burada kalamam,” dedim. Yüzüme bakmaya devam ediyordu. “Çıkar beni buradan.” 


“Hayır,” dedi kararlı bir sesle. Bir cevap vermeden birbirimizin yüzüne bakarken, ikimizin de gözlerinden aynı düşünce geçiyordu.


“Bora.” Bakışları dudaklarıma doğru kaydı. Hissettiğim çaresizlikle ona doğru bir adım attım. Uyumuş gibi hissediyordum. Azalan mesafemizle Bora’nın yüzündeki o sarsılmaz ifade dağıldı. Kendisini o kadar çok sıkıyordu ki dağılan kendisi de olabilirdi. “Lütfen, çıkar beni buradan.”


“Meyra.” Öne doğru bir adım attı. Kalp atışlarım, hissettiğim panik duygusuyla hızlanmaya başladı. Endişeyle nefes aldığımı ve ağzından çıkacak olan cümleleri duymak istemediğimi belirtmek ister gibi çaresizce başımı iki yana salladım. “Burada kalacaksın ve sakin olacaksın. Ben halledeceğim. Ve sen de artık bu yolda bana güvenmeyi öğreneceksin.”


Gitmek ya da gitmemek.


Kalmak ya da yok olmak.


Yanmak ya da küllerinden yeniden doğmak.


Yok olacak, diye iç geçirdim. Senin yaşadığın topraklarda yapraklar dalından düşer de kurur. Ayçiçekleri küser güneşin aydınlığına. Hayat seni yerle bir edecek ama sen yine de yaşayacaksın o topraklarda. Çünkü bileceksin, sana kapısını açan hiçbir toprağın bir gün kapısını kapatmadan seni dışarıda bırakacağını.


Bölüm 5: "Başladığın Şeyi Bitirme İradesi"

5. “Başladığın Şeyi Bitirme İradesi” ༄ “Derler ki; hayat var olmaktan ve yok olmaktan ibarettir. Sanmayın ki yaşam bir nimettir.  O size ver...