3.
“Kadere Zar Atmak”
༄
“Ya ne hissettiğini söyleyip her şeyi yakarsın,
Ya da hiçbir şey söylemez ve bunun seni yakmasına izin verirsin.”
Agnes Obel, Trojan Horses
9 Şubat 2025
Günümüz
Üzerine seneler gizlense de kapanmayan yaralar vardı. Bu yaralar; bazen fiziksel, bazen ise ruhsaldı. Yara aldığım zaman o yaranın nasıl kapanacağına dair küçüklüğümden beri kimse bana ne yapmam gerektiğini söylememişti. Bu yüzden ben bir yara açmanın ne demek olduğunu iyi biliyordum ama o yaranın nasıl kapatılacağını hiçbir zaman öğrenememiştim.
Ruhumdaki kapanmaz yaraların en büyük kanıtıydı bu belki de.
Meyra.
İsmimin anlamı; parlayan ışık demek. Ancak ben kendi yaralarımın çatlaklarından bile ışığı değil, yalnızca karanlığı kucaklıyorum. Bu hayatta kimsesiz kalmak, artık tam manasıyla ne demek olduğunu iyi biliyordum. Çünkü içinde yaşadığım bu hayatı benim için çizen o adamla bugün vedalaşacaktım. O adam, babamdı.
Bugündü. Ona bir cenazede veda edeceğim gün, bugündü.
Kaybolmuştum.
Gerçek anlamda kaybolmuştum. Çünkü bu, ikimiz için de gerçek bir vedaydı. Kaybolmamak için geride kalan gölgelerime karanlık bulaşmıştı. Artık ışığı kucaklamak benim için bir hayal kadar uzaktı.
Bu yanan şehrin bütün ışıklarıydım, ruhumdaki ışığı teslim etmeden önce. Ruhum, içimdeki yalnızlıklarımın, acılarımın ve içime akıttığım gözyaşlarımın bir yansımasıydı. Bu ruhumun kayboluşunun ardından yeniden doğuşuydu belki de.
Ama bir insan doğarken aynı anda öldüğünü de hisseder miydi? Ruhu kanarken o sızıyı avuç içlerinde görmemek için kanatana kadar yumruklarını sıkar mıydı?
Titrek bir nefes verdim.
Çıplak ayaklarımla parkede ilerleyerek odanın köşesinde duran kapıyı itip banyoya girdim. Beyaz küvetin içerisindeki musluğu ayarlayarak suyun yavaşça dolmasını bekledim. Elimi suya daldırdığımda sıcak olduğunu fark ettim. Sıcağı sevmezdim. Bu yüzden musluğu bu sefer soğuk olan tarafa doğru çevirdim. Soğuk iyiydi.
Oyalanmadan üstümdeki kazağı tek seferde kafamın üzerinden çıkararak zemine doğru gelişigüzel bir şekilde fırlattım. Altımdaki siyah taytı da bir çırpıda çıkararak onu da kazağımın yanına bıraktım.
Bakışlarım beyaz fayansların üzerindeki boy aynasındaki yansımamda takılı kaldı. Siyah saçlarım dağılmış, yeşil irislerim uykusuzluktan dolayı kanlanmıştı. Bakışlarımı yavaşça göbeğimin sol alt tarafında, kasıklarıma doğru uzanan yarık şeklindeki yara izine çevirdim. Elimi usulca yaranın üzerinde gezdirmeye başladım. Kabuğu, bakan her göz için oldukça sağlam görünen o kişi olduğumu anımsadım yeniden. Ancak içimin nasıl günden güne çürümeye başladığını kimse bilmiyordu.Babam bile hiçbir zaman görememişti. Çünkü ben, güzel ve çirkin masalındaki bir kırmızı gül gibiydim. Kapalı fanusun içine hapsedilmiş, her gün yaprakları dökülen bir çiçektim. Geride çırılçıplak bir dal gibi kalacağımı bilmeme rağmen o fanusun içinde yaşamaya devam ediyordum.
Tutsak edildiğim bu gerçeklik, bir bıçağın ucu kadar keskindi.
Suyun zemine doğru taşarak ayaklarıma kadar ulaşmasıyla içine düştüğüm transtan sıyrıldım. Kaymamaya özen göstererek üstümdeki kalan son parçaları da çıkararak küvetin içine girdim. Sırtımı sert çıkıntıya yaslayarak bedenimi aşağı doğru kaydırdım ve kafamı soğuk suyun altına daldırdım. Saçlarım suyun içinde bir ölü gibi cansızca hareket ediyordu. Bakışlarımı bulanık suyun yüzeyinden tavana doğru dikmiştim. Sanki orada üzerime yağmaya başlayan küller vardı. O küller canımı yakmasın diye suyun altından çıkmak istemedim. Ne daha fazla yanmaya cesaretim vardı ne de ona veda etmeye.
Bir insanı hayatın yapmak, artık bir hayatının olmaması demekti. Ve benim artık bir hayatım yoktu.
Birazdan üzerime en şık kıyafetlerimi giyecek ve bakan her göz için duygusuz olan o kadına dönüşecektim. Omuzlarımı dik tutacak, babamı son yolculuğuna uğurlamak için gelen her insanı karşılayacak ve yüzüme geçirdiğim maskeyle ona son kez veda edecektim.
Odama geçtiğimde yatağımın üzerine bırakılmış, dizlerime kadar inen siyah uzun kollu elbiseyi gördüm. Hemen yanında da siyah zarif bir topuklu ayakkabı vardı. Giyinirken çok aceleci davranmadım. Zamanı ne kadar yavaşlatabilirsem, bu vedayı da o kadar geciktirebileceğimi düşündüm. Ancak aynadan kendime baktığımda ne yaparsam yapayım, beni bekleyen o sonu erteleyemeyeceğimi anlamıştım.
Beyaz tenim, yeşil gözlerim ve rengini kaybetmiş dudaklarımla belki de bugün cenazesinin kaldırılacağı o kişinin babam değil de ben olabileceğimi düşündüm. Bedenimi saran zarif elbiseyle, uzun olan boyumu daha da uzun gösteren topuklu ayakkabılarımla ve belime kadar gelen düz saçlarımla her zaman olduğum o kadına dönüşmüştüm. Ancak aynada gördüğüm o kadın, ben olmaktan çok uzaktı. Gözlerimi sıkıca yumduğumda karanlığın içinde beliren görüntülerin hayatım boyunca silinip gitmeyeceğini bir kez daha anladım.
Odanın içinde bir ses yankılandı. Gözlerim kapalı, hareketsizce durmaya devam ediyordum. Sonra tıklatılan kapı sesinin yerini içeri doğru giren adım sesleri aldı. “Aracınız hazır, Meyra Hanım.”
Yavaşça açılan gözlerim aynanın yansımasından şifoniyerin üzerindeki küpelere takıldı. Annemin yadigarlarıydı. Küçük ve papatya şeklini oluşturan incilerden oluşuyordu. Ayakkabılarımın topukları attığım her adımla odanın içinde yankılanmaya başladığında, göz ucuyla kapıda durmaya devam eden Sevilay Hanım’a döndüm ve “Siz çıkabilirsiniz.” dedim. Nazik bir kafa sallamanın hemen ardından kapıyı arkasından kapatarak gözden kayboldu.
Bakışlarımı avuçlarımdaki küpelere çevirdim. Anneme veda etmek zorunda kalmamıştım çünkü babamın varlığı, onun yokluğunu hiçbir zaman hissettirmemişti. Ancak babamın gidişiyle artık iki kaybın ağırlığını omuzlarımda hissediyordum. Yalnızlığa dair yapılan güzellemelerle, zihnimdeki acı anlamıyla karşılaşmıştım. Şimdi o anlamı değiştirmek için yerine koyabileceğim hiçbir kelime yoktu. Derin bir nefes aldım ve küpeleri kulağıma geçirerek odadan dışarı çıktım.
Olmak zorunda olduğum, ancak imkanlar benim elimde olmuş olsaydı asla bulunmak bile istemeyeceğim o yere doğru ilerleyen aracın içerisindeydim ve sessizlik içinde arka koltukta oturuyordum. Siyah film kaplamalı camların gerisinden gördüğüm tek manzara, kendime yansıyan ruhsuz bakışlarımdı. Kar hiç durmadan yağmaya devam ediyordu. İçinde olduğumuz en uzun kış olduğunu düşündüm. Ama bu his, hayatımda ilk kez bana huzurlu hissettirmekten oldukça uzaktı.
Mezarlığın demir kapısından içeri girerken dikkatimi çeken ilk şey, arka arkaya sıralanmış olan lüks otomobillerden inen bir grup takım elbiseli adamlar olmuştu. İşte bunun bir veda değil de resmi bir tören olduğunu fark ettiğim ilk an bu olmuştu. Burada gözü yaşlı bir kadın olarak değil, herkesin sırtını sıvazlayacak bir temsilci gibiydim.
Ve bu düşünceden nefret ettim.
Şoför, araçtan inerek kapımı açmak üzere yanıma geldiğinde bir ayağımı zemine koyarak bedenimi oturduğum yerden kaldırdım. Kar tanelerinden birkaç tanesi siyah saç tutamlarımın arasına karıştı. Ancak korumalardan biri bu anın güzelliğini baltalayarak siyah bir şemsiyeyi açıp başımın üzerinde tutmaya başladı. Sıkıntılı bir nefes dudaklarımdan kaçtı. Elimi uzatarak şemsiyeyi kulpundan tuttum ve ardından gelecek olan itirazı önlemek için elimi kaldırarak durdurdum. Kendi şemsiyesini bile taşımaktan aciz bir kadın görüntüsüne sahip olmaktan çok sıkılmıştım.
Ve doğrusunu söylemek gerekirse, tek istediğim etrafımdaki kalabalıktan uzaklaşmak ve biraz olsun nefes almaya çalışmaktı.
Bakışlarımı etrafta gezdirdiğimde, binaya doğru giren her bedenin yakasında babama ait bir fotoğraf karesiyle karşılaştım. Durdum. Birkaç saniye kendi içimde yanıtlanmayı bekleyen soruları bir kenara iterek gözümün önünde duran gerçeği çekip çıkardım oradan. Düşünceler bir diken olup kalbime batacakmış gibi hissediyordum. Ama gerçekler bir kalp olup çoktan içimde atmaya başlamıştı.
Gözümün önünde patlayan flaşlarla birlikte gözlerimi kapatıp birkaç saniye ne olduğunu algılamaya çalışarak derin bir nefes aldım. Şokla, etrafımı çevreleyen gazetecilere ve basın mensuplarına doğru baktım. İçine girdiğim saniyelik dalgınlık, akbaba gibi etrafıma toplanmalarına sebep olmuştu. Lanet olsun. Kalabalığın içinde gözlerim Yalın’ı aradı. Ama görünürlerde yoktu.
“Babanızın ölümüyle ilgili neler söyleyeceksiniz Meyra hanım?”
Aniden yöneltilen soruyla birlikte hemen ardından yüzüme doğru uzatılan mikrofona bakakaldım.
“Balamir Bey, iş dünyasındaki önemli isimlerden biriydi. Vefatıyla birlikte artık işlerin başına sizin geçtiğinizi söyleyebilir miyiz?”
Bütün bunların bir kabus olmasını diliyordum.
“Babanızın ölümü gerçekten bir kaza mıydı, yoksa cinayet olma ihtimalinden şüpheleniyor musunuz, Meyra Hanım?”
Bakışlarım sekteye uğradı. Bedenim titrerken, ellerimin buz kestiğini hissettim. Ard arda gelen sorularla birlikte gözümün önündeki her bir yüz, yüzeyi bulanıklaşmış bir göle bakıyormuşum gibi hissettirmişti. Berraklaşan hiçbir şeyin olmadığını düşündüm. Aksine, herkes daha fazla dalgalanması adına suya taş atmaktan geri kalmıyordu. Aniden bu düşünce bana aşılamaz kadar derin geldi ve zihnimi farklı bir yere çekmeye çalıştım. Kalabalığı yararak çıkmaya çalıştığımda flaşlar daha çok patladı ve önüme set kuran bedenler çoğaldı. Durup birkaç kelime sarf etmemek için zor duruyordum. Ancak bunun yanlış bir yol olacağını biliyordum. Sessiz kalmak şu an için en iyi tercihti.
Tıpkı bana öğretildiği gibi.
Birkaç koruma etrafımdaki bedenleri ayırarak bana geçiş hakkı sağladı. Tam o anda Yalın’ın güvenli kollarını omuzlarıma sarılırken buldum. “İyi misin?” Çevremizi kuşatan kalabalıktan ötürü bağırarak diğer sesleri bastırmaya çalışmıştı. Belli belirsiz kafamı salladım ve beni hızlı bir şekilde içeriye doğru yönlendirmesine izin verdim. Kapıdan içeri girmeden önce son kez arkama dönüp kalabalığa bakarken, az önce içeri girdiğimiz demir kapının hemen gerisinde duran ve bana doğru bakan bir çift gözle karşılaştım.
Bakışlarım ağır ağır ona doğru döndü. Dik tuttuğu bedeniyle ellerini siyah uzun kaşe kabanının ceplerine koymuş, öylece bana bakıyordu. Paltosunun yakalarını, soğuktan korunmak için ensesine doğru kaldırmıştı. Beyaz kar taneleri, kuzguni siyah saçlarına düşüyordu. Oldukça uzun boyluydu. Aramızdaki mesafeye rağmen bile sanki hemen yanımdaymış gibi hissettirmesine hiçbir anlam veremedim. Yalnızca bıçak gibi irislerime saplanan kısık gözlerine bakakaldım. Kısa bir süreliğine birbiri üzerinde asılı kalan bakışlarımız, Yalın’ın beni yönlendirmesiyle kapıdan içeri girmek zorunda olduğum için ayrılmıştı. Ancak önüme döndüğümde bile o gözlerindeki ruhsuz ifadenin hâlâ üzerimde olduğunu hissedebiliyordum.
Kasılan bedenim içerinin sıcaklığıyla beraber aniden gevşedi. Kar yağışından dolayı törenin içeride yapılmasına karar verilmişti. Birçok tanıdık sima, üzerindeki şık kıyafetleriyle odanın her köşesine dağılmış, kendi aralarında sohbet ediyor ve babamın ani ölümü üzerine olan şaşkınlıklarını dile getiriyorlardı. Aniden zihnimde beliren soruyla birlikte kıskıvrak kapana sıkıştırıldım.
“Babanızın ölümü gerçekten bir kaza mıydı yoksa cinayet olma ihtimalinden şüpheleniyor musunuz, Meyra Hanım?”
Ruhumun duvarlarındaki o çıtırtıyı hissettim. Arada kalan duygularım, gelecek olan yeni felaketi bekler gibi tetikteydi. Adımımı attığım bu kül yığınının içinden kaçamayacağımı artık daha iyi anlıyordum. Çünkü kaçacak hiçbir yer kalmamıştı, biliyordum. Bu ilk yangınım değildi. Ama en korkunç olanıydı. Peki, hangi fırtınanın kalıntılarıydı şimdi bu yok oluş?
“Neden korumalar olmadan hareket ediyorsun, Meyra?” Yalın’ın bana sorduğu soruyu beklemediğim için bakışlarımı ona doğru çevirdim.
“Her an etrafımda olmalarından hoşlanmıyorum.” Ses tonumda, en az hissettiğim kadar soğuktu.
Yalın, bir koruma vasfından çok uzaktı benim için. O, her ne kadar bana Meyra olarak değer verse de görev bilinci beni her zaman koruması gereken o kadına, yani Meyra Salman’a getiriyordu. Dışarıdan öyle göründüğünü biliyordum. Ama o bana, babamın gözü kapalı kızını emanet edecek kadar güvendiği bir aile olmuştu. Hatta bu hayatta güvendiğim ve babamdan sonra yanımdaki varlığıyla daha da güçlü hissettiğim ikinci adam haline gelmişti.
“Buna alışsan iyi edersin çünkü güvenlik önlemlerini iki katına çıkaracağım.”
Öfke bir lav gibi tenimden akıp giderken, “Anlamadım?” diye sordum.
“Hayır, anladın Meyra.” Etrafını incelerken gördüğü görüntü canını yakıyormuş gibi sıkıntılı bir nefes verdi ve bakışlarını bana doğru çevirdi. Gözlerimi ayırmadan hâlâ ona bakıyordum ve bir açıklama yapmasını bekliyordum. “Hiç bana öyle bakma. Mecburdum. Bütün oklar artık sana dönmüşken korumasız kalmana müsaade edemem.”
“Benim etrafımda yeterince koruma var zaten, Yalın.” Sesimi yükselttiğimi fark ettiğim için kısa bir an duraksadım. Nerede olduğumu unutmuştum. Boğazıma takılı kalan yumruyu yok etmek için birkaç defa yutkundum.
“Evet,” dedi bana bakmadan. “Bu da fazladan birkaç tane adamı sorun etmemen gerektiği anlamına geliyor.”
Yanımda kıpırdamadan duran ve gelebilecek herhangi bir tehlikeye karşı tetikte olan bedenini inceledim. Kulağında, diğer adamlarla iletişim kurabilmesi için taktığı bir kulaklık vardı. Siyah takım elbisesinin içinde, kollarını arkasından bağlamış, yanımdan bir an olsun ayrılmazken gerçekten de bir koruma gibi görünüyordu. Onu bu şekilde görmek hoşuma gitmiyordu. Babamı her daim kendi babasıymış gibi gördüğünü biliyordum. Ancak şimdi o da doğru dürüst acısını bile yaşayamıyordu.
Tıpkı senin gibi, dedi içimdeki o ses.
Zihin piramidim bana oyun oynuyordu belki de. Ama ruhumun bu oyundan haberi yoktu besbelli. Piramitler ölüler içindi. Onlar mezarlıktı. Ve ben zihin için piramit sözcüğünü kullanırken bunun ne demek olduğunu biliyordum. Zihinde bir mezarlıktı. Zihinde ölü şeylerin, geçmişin, anıların, deneyimlerin ve gölgelerin… tüm gölgelerin mezarlığıydı. Ancak zamanla öyle kalın bir hale gelirdi ki etrafında, karanlıktan bir perde yaratırlardı. Eğer kendi gölgemizden kaçmak istersek ne yapmamız gerekirdi?
Nereye gidersek gidelim daima bizi takip edecekti.
Çünkü gölge; aslında bir hayaletti.
"Başınız sağ olsun, Meyra Hanım. Balamir Bey’in vefatı hepimiz için büyük bir yıkım oldu."
Gölgeler bana fısıldıyordu. Gölgeler, inşa edilen mezarlığın etrafındaydı. Ve gölgeler; güneşin yokluğunda doğmuş, etrafımda ölüm çemberi oluşturmuştu. Gölgelerin beni bırakmaya niyeti yoktu. Çünkü onları ben var etmiştim.
Kırık kalpler senfonisi.
Hepimiz bir orkestra tarafından var edilen kırık kalpler senfonisiydik.
Naif eller omuzlarımdan tutarak beni yürütmeye başladığında, babamın tabutuna kilitlenmiş olan gözlerimi kırpıştırarak kendime gelmeye çalıştım. Ne zamandan beri ona bakıyordum? Bedenimi geriye doğru çekerek, karşımda duran ve merak duygusu gözlerine yansıyan kadını görmezden geldim. Ne dediğini duyamamıştım ancak cevap verecek gücüm olmadığını biliyordum. Nezaketi elden bırakmamak adına kafamı salladım ve bedenimi ellerinin ağırlığından kurtararak kendimi geriye çekip dışarıya, soğuğun kollarına bıraktım.
Keskin bir rüzgar, savrulan düşüncelerime eşlik edercesine tatlı bir melodi tutturmuş, etrafımda salınan saçlarımı geriye doğru uçurmuştu. Olduğum yerde içimi titreten bir nefes aldığımda, bir elimi kalbime doğru götürdüm ve atıp atmadığını kontrol ettim. O kadar hızlı atıyordu ki, ölmek şöyle dursun, yaşıyorum ve yaşamaya da devam edeceğim der gibi fısıldıyordu. Bu duyguya içimden kahkahalarla gülmek istedim. Ancak yapabildiğim tek şey, sol gözümden düşen bir damla gözyaşına şaşkınlıkla bakmak oldu. Parmaklarımı elmacık kemiğime bastırdığımda hissettiğim ıslaklık, varlığımı hatırlatan cinstendi.
Üzerimdeki siyah kaşe kabanın önündeki kuşağı bağlayarak kollarımı göğsümde birleştirdim. Zarif topuklu ayakkabılarım karların arasında ustaca dans ederken düşündüğüm tek şey, buradan uzaklaşmam gerektiğiydi. Nereye gitmem gerektiğini bilmiyorum. Ama bu seremoniye daha fazla katlanamayacaktım. Ona layıkıyla, evladı gibi veda edemeyeceğim bu yerde daha fazla durmamın hiçbir anlamı yoktu.Ben her gün yaşmaya devam ederken, kendi içimde eksilttiğim hislerimle yavaş yavaş ona veda edecektim.
Açılıp kapanan kapı sesiyle birlikte bakışlarım demir kapının önünde duran lüks otomobile döndü. İnce topuklarımın üzerinde dönerek varlığını fark edemediğim yabancıya doğru farkında olmadan ilerlemeye başladım. Dikkatli bakışlarını üzerimden ayırmayan bu adam, az önce gördüğüm adamın ta kendisiydi. Hâlâ burada beklediğini görmek beni bozguna uğratmıştı. Bana doğru attığı her adımla birlikte omuzlarının gerildiğine şahit oldum.
“Sizi daha önce de görmüştüm,” diye sordum şüpheci bir ses tonuyla. “Kimsiniz?”
Boynuna siper ettiği paltosunun yakalarını tutarak bana doğru attığı uzun adımlarla biraz daha yaklaştı. İnce ama zarif parmaklarını açarak avucunu ikimizin ortasına doğru bir silah gibi uzattığında, bakışlarım önce eline, daha sonra da gözlerindeki kuzguni siyah irislerine takıldı.
“Kendimi tanıtma fırsatım olmadı,” dedi, mekanik bir sesle. “Cumhuriyet Savcısı Bora Gediz.”
Çıkık elmacık kemikleri, keskin yüzünün daha da belirgin olmasına sebep olmuştu. Yeni yeni çıkan kirli sakalı, bana düzenli olarak tıraş olduğunu düşündürtmüştü. Ve bu düşünce, mesleğini öğrendiğim için bir düşünce olmaktan çıkmıştı.
Özenle geriye yatırılmış saçlarına rağmen birkaç tutamın alnına doğru düştüğüne şahit oldum. Duyduklarımın benim için bir anlam ifade edip etmemesi konusunda kesin bir karara varamıyordum. Ancak işitmeyi beklediklerim kesinlikle bunlar değildi. Uzattığı avucunun içine bıraktığım elimle birlikte çarpan iki buzdağı misali bakışlarımız birbirine tutundu. Yutkundum. Onun avuç içleri ne kadar soğuksa, benimkiler de bir o kadar sıcaktı.
Gözleri beni odağına aldığında, “Meyra Salman,” diye fısıldadım. Rüzgar, sert bir manevrayla yüzüm boyunca eserek saçlarımın arasından süzüldü. Dağılmış saçlarım önce yüzüme, daha sonra da geriye doğru savruldu. “Burada olduğunuza göre, siz zaten beni tanıyor olmalısınız.”
Aramızda çığ gibi büyüyen bir sessizlik oluştu.
Elimi, ruhumdaki kaynayan ateşe iyi geleceğini düşündüğüm soğuk avucunun içinden yavaşça çektiğimde, saçlarım uçuşmaya devam ediyordu. Herhangi bir yere tutunma ihtiyacıyla ellerimi kabanımın ceplerine yerleştirdim. Boyu benden oldukça uzundu. Ayaklarımdaki topuk boyuna rağmen neredeyse göğsüne geliyordum.
“Babanız,” dedi. Sesi toktu. “Balamir Salman’ın ölümü hakkında size birkaç soru sormaya geldim.” Bana doğru bir adım daha attı ve göz ucuyla gördüğüm kadarıyla pahalı rugan ayakkabılarının, siyah stilettolarımın önüne değdiğini gördüm.
Dudaklarımdan kuru bir ses yankılandı. “Bunu şimdi mi yapmak istiyorsunuz?” diyebildim. “Cenazedeyiz.”
“İfadeniz neden alınmadı, Meyra Hanım?” Sorumu duymamazlıktan geldi. Üzerine bana yöneltmiş olduğu soru karşısında bir süre afalladım.
“Ne söylemeye çalışıyorsunuz?” Şüpheci bakışlarımı, çelik kadar sert bir ifadeyle bana bakan gözlerine diktim. “Babam kaza geçirdi. Neden ifade vermem gereksin?”
“O gece onunla mıydınız? Ya da kaza hakkında bir şeyler biliyor musunuz?” Gözlerindeki keskin parıltılar, içimdeki canavarı uyandırmak ister gibiydi. Aniden üzerime yönelttiği sorular karşısında pençelerimi çıkararak bir panter gibi üzerine atılmak istedim. Ancak sakin kalmak, şu an benim için güvenli olan tek bölgeydi.
“Anlaşılan siz bir şeyler bildiğimi düşünüyorsunuz?”
Sorum üzerine buz gibi olan bakışları beni mümkünmüş gibi biraz daha odağına aldı. Duygusuzluğu, irislerine parlak bir bıçağın ucuyla kazınmış kadar zalim görünüyordu.
“Biliyor musunuz peki?”
Sert bir sesle yönlendirdiği yeni soru karşısında sıkıntılı bir nefes verdim ve rüzgardan dolayı kısılan bakışlarımı ıssız araziye çevirdim. Kar yağışı biraz olsun hafiflemişti. Şimdi belli belirsiz süzülüyordu gökyüzünden. Saçlarımıza tutunan taneler, kardan bir masalın içerisine hapsolmuşuz gibi hissetmeme sebep oluyordu. Ancak içimdeki kor yangın, benim her zaman soğuğa hasret kalacağımın büyük bir hatırlatıcısıydı.
“Biliyorum,” dedim, sıcak nefesimi dışarı doğru bırakırken. “Ya da bilmiyorum.” Hâlâ onunla göz kontağı kurmadan konuşmaya devam ediyordum. “Size bir açıklama yapmak zorunda değilim, savcım.”
Bakışlarının yüzümün yan profilini göz hapsine aldığını hissediyordum. Ancak ona dönüp bakmamak konusunda ısrarcıydım. Üzerime çöken dinginlikle, beyazlarla örtülmüş araziyi izlemeyi daha cazip buluyordum. Bakışlarındaki ifade, kendimi suçlu hissettirmeye programlanmış gibiydi. Ve ben bu histen nefret etmiştim.
Dişlerini sıkarak, “Babanızın adli tıp raporunu gördünüz mü?” diye sordu.
Şu an suratıma bir yumruk atsa, böylesine sarsılmama sebep olur muydu, merak ediyordum doğrusu. Söyledikleri kanımın tersten akmasına sebep oldu. Kulaklarımda uğuldayan sesi baskılamak zorunda kaldım. Ve ona değdirmemek üzere çevirmiş olduğum yeşil irislerimi dehşet içerisinde yeniden ona doğrulttum.
“Gördüm.” Sesim o kadar cılız çıkmıştı ki neredeyse ben bile duyamamıştım. “Kazadan dolayı oluşan korda tendinea rüptürü sonucunda hayatını kaybettiği belirtilmişti.”
Bakışlarında bir şeylerin değiştiğine şahit oldum. Gözlerimde her ne gördüyse bu, onun hoşuna gitmemiş gibiydi. Yutkundu ve karşı karşıya kaldığımız andan itibaren ilk kez bakışlarını kaçırdı. Ona doğru bir adım attım ve karşısında dikildim. “Neler oluyor?” Israrla bana dönmeyen bakışları karşısında elim kolum bağlanmış gibi hissediyordum. Çenesini tutup kendime çevirmemek için sıktığım yumruklarımla büyük bir mücadele vermeye başladım.
“Balamir Bey’in otopsi raporu değiştirilmiş,” gözleri bir anlığına bana doğru çevrildi. Gün, yerini geceye bırakmak üzereyken karşımda durmuş, an be an yıkılışıma şahit oluyordu. “Az miktarda cıvayı uyuyan kişinin kulağına damlatırsanız, onu iz bırakmadan öldüreceğinizi ve bu tarz bir ölüm sebebinin de otopsi raporunda tespit edilemeyeceğini biliyor muydunuz?”
“Siz,” donakaldım. “Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?” Kontrol edemediğim bir öfkeyle bağırmaya başladım. “Ne demeye çalıştığınızın farkında mısınız? Belli ki değilsiniz. Aksi halde cenazenin olduğu gün karşıma geçip, onun nasıl can verdiğiyle ilgili yalan yanlış beyanlarda bulunmazdınız!”
Gözlerimdeki vahşi ifadeyle yakalarına yapışmamak için kendimi sıkmaya başladım. İnce topuklarım karların arasında güç bela ilerlerken arkamı döndüm ve ondan uzaklaşmaya başladım. Bu saçmalıkları daha fazla dinlemeyecektim.
“Meyra Hanım.”
Kulaklarımda yankılanan ismim bile adımlarımı geri döndürmek için yeterli olamadı. Göğsümde sıkışıp kalan acı, bir kan gibi damarlarımda ilerlemeye başladı. Normal zamanda ruhumda can bulan her hisse anlam veremezdim. Ama şu an hissettiğim saf acıydı. Biliyordum. Hatta öyle bir acıydı ki bu, gözlerimde çok küçücük bir an için kırpma cesareti göstersem, kendini hissettiren yaşlar yanaklarımdan süzülmeye başlayacak ve beni mahvedecekti.
Kendi gözyaşlarım beni mahvedecekti.“Meyra hanım!”
Demir kapıya doğru yaklaştığım sırada güçlü eller dirseğimden tutarak kendisine doğru çekmeye çalıştı. “Orada durun!” diye bağırdım sertçe. Etkilenmemiş gibi ellerini kenetlediği bileğimi tutmaya devam ederken, yüzlerimizin arasındaki mesafe neredeyse sıfıra inmişti.
“Sakin olun,” diye fısıldadı, yatıştırıcı bir sesle. “Sadece konuşmaya çalışıyorum.”
İçimde kabaran damarlarımın baskısını hissediyordum. Şimdi orada kan değil de oluk oluk öfke akıyordu. “Sizinle konuşacak hiçbir şeyim yok.”
Hırsla arkamı döndüm ve yeniden gitmek üzere adımladım. Kollarımdaki baskı, hareket etmeme müsaade etmedi. Canımı acıtacak kadar bir güç uygulamıyordu ama gitmemi engellediği kesindi. Bakışlarına sinen kararlılıkla gözlerime bakmayı sürdürdü. “Gerçekleri yok saymak bu kadar kolay mı? Bu belirsizlikle öylece hayatınıza devam edebilecek misiniz?”
“Bırakın beni!”
“Hayır,” diye bağırdı. Ateşle harlanan kuzguni siyahı gözleri, ne yaptığının farkına yeni yeni varıyormuş gibi usulca kapandı. Birkaç saniye kendisine izin verdikten sonra, yavaşça elinin bileğimdeki baskısı azaldı ve gözlerini araladı. “Bakın, beni dinlemek zorundasınız. Çünkü durum zannettiğinizden çok daha ciddi.”
Üzerimdeki baskı azaldığı için bir adım geri atıp, “Gidin buradan,” diye fısıldadım. Gözleri anlık olarak dudaklarıma ve daha sonra da kararlılıkla bakışlarına diktiğim yeşil irislerime çevrildi. İki yabancı olmamıza rağmen, uzun zaman önce tanışmış o insanlarmış gibi hissetmekten kendimi alamadım. Aynı kararlı ifadeye onda da rastlıyordum. Bu durum içimdeki duyguları parçalara ayırıyordu. Tehlikeli bir güzelliği olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalmak, o an için içine düştüğüm durumu benim için biraz daha zorlaştırdı. Dudaklarını araladığında, konuşmasına izin vermeden yeniden arkamı döndüm.
Bu sefer gitmeme engel olmadı.
Demir kapıyı elimle ittirmek üzereyken, omzumun gerisinden son kez ona bakmaktan kendimi alıkoyamadım. Kıpırdamadan duruyor ve gözlerimin içine bakmaya devam ediyordu. Hayatımda ilk kez bu kadar uzun süre birisiyle göz kontağı kurduğumu o an fark ettim. Kafamı önüme çevirip içeri geçeceğim sırada, ıssız arazide yankılanan teker sesleriyle bakışlarımın odağı karla kaplı olan açıklığa çevrildi.
Siyah film kaplamalı bir araç kaygan zeminde hız kesmeden ilerlerken, otomobilin camının yarıya doğru indiğini ve elinde eldiven olan bir kolun dışarı doğru çıktığını gördüm. Belli belirsiz gördüğüm bir tabanca ve tabancanın namlusunda da tek bir hedef vardı.
O da bendim.
Şokla kaskatı kesilen bedenimi harekete geçirmek şöyle dursun, ağzımı açıp yardım için bağıramadım bile. Kurşun namlunun içinden acı verici bir nida eşliğinde havaya salındığı anda, kader sanki benim için yeniden yazılmaya başlıyormuş gibi hissetmeye başladım. Şimdi Tanrı'nın ellerinden yeni bir hayat şekilleniyor ve var oluşun olduğu her yerde mutlak bir ölümün de olması gerektiğini hatırlatıyordu.
Nabzımın yavaşladığını hissettim ve burnuma dolan tanıdık barut kokusunu soludum.
Önüme geçen tanıdık bedenle birlikte vücudum büyük bir gürültüyle yere doğru savrulduğunda, panik duygusu göğsümün içinde sinsice ilerleyen bir zehir gibiydi. Ölüm hemen yanı başımda, bir iyilik meleği edasıyla elini bana doğru uzatıyordu. Dudaklarımdan çıkan nefes, benim için büyük ama dünya için küçük bir fısıltı gibiydi.
Tanrı elindeki kalemi kırdı. Ve kader, gözyaşlarını akıttığım bir masalın içinde yeniden yazılmaya başladı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder