2.
“Ölümcül Atış”
༄
“Ateş, yakabileceği her şeyi yakana dek yanar. Ve ancak o zaman söner.”
Bluenecek, Pneumothorax
Rusya/ Moskova
27 Ocak 2024
Abis.
Okyanusların, güneş ışığının erişemediği kadar derin olan kısmına verilen o isim.
Kendimi çok uzun zamandır güneş ışığına mahrum kalmış ve bilinmez okyanusun derinliklerinde yaşamaya mahkûm edilmiş gibi hissediyordum. Yaşadığım her an kapıların sadece yüzüme kapanmak üzere açıldığını düşünürdüm. Ve o acılarla daima yalnız kalmıştım. Sonra bir ses fısıldamıştı gecenin kor soğuğunda; o kadar çok dağıldın ki toplamayı iyi biliyorsun.
Öyleyse neden şimdi de toplayamıyordum?
Düşüncelerin zuhur ettiği zihnime vurmak istediğim her kilit dağılıyor ve günün sonunda yine beni çaresiz bırakıyordu. Çünkü biliyordum; kader denilen o trajik kelime, ben doğduğum andan itibaren işlemeye başladığında benim için bir alev sönmüş, bir yıldız kaymış ve bir hayat ölmüştü. Bir sabahın gecesi olmuş ve ondan sonra hep gecede kalmıştım.
Yabancı gibi girdiğim gecenin koynundan, gündüze düşman biri olarak çıkmıştım. O andan itibaren acımasız bir gerçek tarafından kuşatılmıştım. Gecenin karanlığını içmiş biri asla gündüze ulaşamazdı. Gündüzü avuçlamış biri gecenin karanlığında yolunu bulamazdı. Yine de sırtına gecenin karanlığı binerdi ama sen göğsündeki kurak dallara tutunur ve güneşin doğacağı anı beklerdin.
Şimdi ise ne zaman güneş doğsa, benim için doğmadığını bilirdim.
Dalgın bakışlarımı ıssız sokağın kaldırımlarına dikmiştim. Kısa bir an içinde olduğum dünyayı, kim olduğumu, ne için var olduğumu ve neden burada olduğumu unuttum. Boşluk. Ne zaman zihnimde kaybolsam, bir boşluğa düşer gibi olurdum. Esasen çok uzun zamandır da o boşluktaydım.
Ancak insanlar yüzüme baktığında her zaman bunun tam tersini görürdü. Çünkü ben onların dedikleri gibi; duygusuz olmak ve dünya ile arama örmek için çektiğim perdeye rağmen yüzüme geçirdiğim maskeyle bunu gizlemeyi iyi bilirdim. Ne zaman güçsüz hissetsem, hep daha çok güçlü görünürdüm. Ne zaman üzülsem, hep daha çok kahkaha atardım. Ve ne zaman kaybolmuş hissetsem…
İşte. Başaramadığım tek şey buydu. Ben kaybolmuş ve kimse tarafından bulunamayacak bir ruhtum. Her şey olabilirdim bu hayatta. Ama ruhum her zaman kimsesiz kalacaktı. Sağımda kalan camdan dışarıya diktim bakışlarımı. Sokağın başında duran sokak lambasına dikkatlice baktığımda usulca yağmaya başlayan kar tanelerini görebiliyordum. Gülümsedim. Ne zaman kar yağsa kendimi bir masalın içerisindeymiş gibi hissederdim. Soğuğu severdim. İçimdeki yangınla baş edebilen yegâne kurtarıcı olduğunu düşünürdüm.
Yeni bir aya girmek için yalnızca birkaç gün kalmıştı. Ve ben evimden oldukça uzaktaydım. Sağlam kaldığına inandığım bedenim güçlükle ayakta duruyordu. Ama söz konusu benim hayatım olduğunda en önemsiz insan yine ben oluyordum, şüphesiz.
Çünkü yenildiğim ilk insan babamdı.
Onun istekleri söz konusu olduğunda ben her zaman o koltuktan kalkması gereken ilk kişi olurdum. Bu gerçeği değiştiremeyeceğimi yıllar geçtikçe büyüdüğüm her an daha iyi anlamıştım. Nasıl başa çıktığımı sorarsanız, sadece kabullendiğimi söyleyebilirim. Ve bu kabulleniş, benim için hiçbir zaman kaybetmek anlamına gelmedi.
Çünkü ben babama karşı hiç kazanabilen biri olmadım.
En azından bana öğretilen her zaman bu oldu. Bir savaş varsa, düşman edinmen gereken en son kişi ailen. Kazanması en zor savaş, aileyle verilen savaştır. Kazananı olmaz. Ama iki taraf daima kaybetmeye mecburdur.Hemen yanı başımdan gelen sesle birlikte hangi ara kapandıklarını anlamadığım göz kapaklarımı araladım. Zihnimdeki karmaşanın yüzüme yansımasına izin vermeden bakışlarımı sağ koltukta oturan adama çevirdim.
“Hazır olduğun zaman gidebiliriz.”
Derin bir nefes aldım. "Hazırım."
Hemen arka koltukta duran küçük spor çantayı elime alarak kucağıma yerleştirdim. Hareketlerim oldukça telaşsızdı. İçinden kullanacağım eşyaları çıkarırken arabanın dijital ekranından saate baktım. Vakit gelmişti. Kalp atışlarım yükselirken, insan doğasının acizliğine bir kez daha hayret ettim. Böylesine temeli güçsüzlüğe dayanan yapı taşlarıyken, yaşamla verdiğimiz mücadeleye hiçbir zaman bir açıklama bulamıyordum.
"Vazgeçmek için hâlâ bir şansın var."
Söylediğini görmemezlikten gelerek elimde tuttuğum peruğu kafama yerleştirdim. Bir aynaya bakmaya ihtiyaç duymadan düzelterek düşmemesi için iyice sabitledim. Cevapsızlığım onun için yeterince net olduğu için sıkıntılı bir nefes verdiğini ve ardından avucunda tuttuğu minik cihazı bana doğru uzattığını gördüm.
İstediğim zaman görmemezlikten gelmek konusunda takdire şayan bir alışkanlığa sahip olabiliyordum. Benim için büyük bir konfor alanı olduğunu inkar edemezdim. Israrcı olunmasından hiç hoşlanmazdım. Çünkü ben yeterince inatçı biriydim. Şeffaf cihazı kulağımın içine yerleştirdim. İçimdeki adrenalin duygusunun yarattığı hissi görmezden gelemedim. Arabanın kapısını açıp kendimi gecenin zemheri soğuğuna bıraktığımda yüzüme yerleşen gülümsemeye de tam olarak bu yüzden mani olamamıştım. Keskin rüzgar saçlarımı geriye doğru savurdu. Üzerimdeki deri pantolona, dizlerime kadar gelen çizmelerime ve uzun deri ceketime rağmen üşümediğimi fark ettim. Oysaki ülkenin en soğuk yerlerinden birindeydim. Buna rağmen içinde olduğum kıyafetlerin büyük bir rahatlığı içerisindeydim. Kendi özel hayatımda en son ne zaman bu şekilde rahatça giyinebildiğimi hatırlamıyordum. Ben hiçbir zaman ayağından topuklu ayakkabılarını çıkarmayan, vücudunu saran elbise ve eteklerle şık bir görünüme sahip olan babasına yakışır bir kadın profilindeydim. Bundan şikayetçi olduğumu söyleyemezdim elbette ama insanın konu kendi hayatı olduğunda bile taviz verememesi büyük bir acizlik örneğiydi.
“Bir saat sonra Volga Kanalı'nda buluşalım.” Elimdeki siyah çantayı açarak içerisindekileri son kez kontrol ettim. “Novorossiysk’i geçtikten sonra limandan bizi alması için gelecek olan adamları ayarladın, değil mi?”
“Merak etme. Her şey istediğin gibi hazır.”
Kafamı salladım ve karşı kaldırıma geçmek üzere yürümeye başladım. Peşimden gelen adımlarını işitmeme rağmen botlarımın zeminde oluşturduğu melodik tınlamaya odaklanmıştım. Otelin kapısından içeri girmeden önce, eğer buradan çıkmayı başaramazsam beni almaya gelecek olan adam hakkında hiçbir şey bilmediğimi fark ederek afalladım. “Eğer buradan çıkamazsam bana yardım için gelecek olan adamı nasıl tanıyacağım?”
“Bilmiyorum,” dediğinde bedenimi iyice ona doğru çevirdim. “Gördüğün anda anlayacağını söyledi.” Kaşlarım çatıldı. Şüpheci bakışlarımı üzerinden ayırmadan sessizliğimi korudum. Bu hem oldukça şaşırtıcı hem de rahatsız ediciydi. Ancak karşımdaki adama güveniyordum. Benim için bu yeterliydi.
Soğuk ve karanlık bir kış gecesinde adımımı mekandan içeriye attığımda, kendimi büyük bir hiçliğin ortasında bulacağımı bilmeden ilerliyordum. Ancak buna rağmen kararlıydım.
“Meyra.”
Sesim kulaklarıma dolduğunda omzumun gerisinden bana seslenen kişiye baktım. Gözlerindeki kararsızlığın bile beni yolumdan döndüremeyeceğini bilmesine rağmen denemeye devam ediyordu. Bir savaşı kaybettiğinde bittiğini zannediyordu. Oysaki hiç savaşmadığında kaybediyordu. Belki de hayatım boyunca bu yüzden hiçbir zaman kaybettiğimi düşünmemiştim. Kapının kenarında durduğumda adımlarımı hareket ettirmeden önce ona sıcak bir gülümseme gönderdim. Kahverengi gözlerindeki ifade silinmese de içini rahatlattığı kesindi.
Önüme döndüm ve tahta kapıyı elimle ittirerek içeri doğru girdim. Gürültülü bir şekilde kapanması, tam anlamıyla onların inine doğru ilerlemek dışında başka hiçbir şansımın kalmadığını kanıtlar nitelikteydi. Bir avcı gibi çıktığım bu yolda, av olmamak için elimden geleni yapacaktım.
Az sonra görüşeceğim adamlardan ikisi Rostek firmasından ve Türkiye bağlantılarını kurdukları iki kişiyle karşı karşıya gelecektim. Bizim de içerisinde olduğumuz anlaşmanın son kalan görüşmesi için gelen tek temsilci ise bendim. Çünkü konu iş olduğunda sebebini bilmediğim bir şekilde babamın en çok güvendiği insan da bendim. Aylardır bunun için uğraşıyordu. Aksi durumda olayların geleceği noktayı düşünmeyi reddediyordum. Üstesinden gelecektim. Her zaman gelmiştim. Lobideki görevlinin görüş alanına girdiğimde ayağa kalktı. Önce elimdeki dosya çantasına döndü bakışları. Daha sonra yüzüme doğru tırmandı. “ISO 639-5,” diye mırıldandım Rusça. Bana verilmiş olan gizli bir kodun adıydı. Adam başıyla onayladı ve elini uzatarak iğrenç elleriyle, ayaklarımdan başlayarak belime ve kalçalarıma doğru götürdü. Silahsız olduğumu anladıktan sonra beni asansöre doğru yönlendirdi. Burası eski tip bir yerleşmeydi. Küflü tavanları ve döküntü eşyaları görebiliyordum.
Asansörün geldiğini belli eden sesle birlikte demir kapı açıldı ve içeri doğru geçtik. Sırtımı aynaya doğru yaslayarak elimde tuttuğum çantayla beklemeye başladım. Adam tam önümde duruyordu. İkimizden de çıt çıkmadığı için nefes seslerimiz dışında aramızda başka hiçbir iletişim olmadan ivmenin yukarı doğru sarsıla sarsıla ilerlemesini beklemeye başladık.
Kapının yansımasından adamı görebiliyordum. Özellikle arkasına geçmiştim. Gelebilecek herhangi bir tehlikeyi görmeliydim. Kaldı ki ben kimseye sırtımı dönmezdim.
Yedinci katta durduğumuzda adam kapıyı açtı ve kenara çekilerek geçmem için bekledi. Koridora doğru adımladığımda yere serilmiş olan eski dokuma halıların üzerinden yürümeye devam ederek koridorun sonundaki kapıya doğru ilerledim. Sanki yolumun tek bir meşalesi vardı. O da üzerine bastığım, kenarları yırtılmış ve ayak izlerinden dolayı aşınmış olan bu halılardı. Kapının önünde bekleyen iki korumanın tam karşısına geçtiğimde duraksadım. İri cüsseleriyle kıpırdamadan duruyor ve beni inceliyorlardı. Ortalamanın oldukça üzerinde bir boyum olmasına rağmen karşımda iki dev varmış gibi hissediyordum. Pekala. Buna rağmen gözümü korkutmaktan oldukça uzaksınız, kodamanlar.
Neredeyse sıkılmış bir surat ifadesiyle yeniden, “ISO 639-5,” dediğimde sağ tarafımda kalan adam kulağına yerleştirmiş olduğu siyah kulaklığa basarak bir süre karşı tarafı dinledi. Bu sırada sol tarafımda kalan adam iri ellerini belindeki tabancalarda gezdirerek bana kilitlenen bakışlarıyla göz dağı vermeye devam ediyordu.
Umursamaz görünmeye çalışarak beklemeye devam ettim. Birbirlerine kısa bir bakış attıktan sonra geçmem için kenara çekildiler ve benim için kapıyı açtılar. Rusça bir şekilde, “Teşekkürler beyler,” diyerek vakit kaybetmeden içeri girdim.
Kapı arkamdan kapandı. Odanın içi adeta sisler altındaydı. Sigara içen biri olmama rağmen, ortamdaki yoğun koku ve duman beni bile rahatsız edecek kadar fazlaydı. Kıstığım gözlerimin yaşarmaması için birkaç kere kırpıştırmam gerekmişti. Bakışlarımı odanın içinde, insanların üzerinde dolaştırmaya başladığımda kendi kendime homurdandım. Daha önce de böyle ortamlarda bulunmuştum. Ancak ilk kez içimde beni rahatsız edecek kadar büyük bir sıkıntı vardı.
Odanın ortasına doğru ilerledim. Geniş bir masanın etrafına toplanan dört adamla kısaca göz göze geldikten sonra, benim için ayrıldığını düşündüğüm boş sandalyeye doğru ilerledim. Hepsinin tiksindirici bakışları üzerimde dolanıyor olmasına rağmen, hareketlerimde büyük bir rahatlık vardı. Rostek lideri, elinde tuttuğu purosuyla ve üzerinden çıkarmadığı kalın paltosuyla baş köşede oturuyordu. Kısa bir baş selamı verdikten sonra, elimdeki çantayı gürültülü bir şekilde masanın üzerine bıraktım. Bu hareketim, Rus oligarklardan birisini güldürdü. Ne yapmaya çalıştığımı anlamış ve bunu da umursamıyormuş gibiydi.
Ben gelmeden öncesine kadar ne konuşuyorlarsa, ona devam ettiler. Gündelik başlayan diyaloglar, benim sıkıcı bakışlarım altında katlanarak artıyordu. Sinirden titreyen dudaklarımı dişleyerek, sakinliğimi korumaya çalıştım. Ardından çantanın kilidini açtım ve içindeki büyük boy zarfı masanın ortasına doğru fırlattım. İçinde ne yazdığını bilmiyordum ama ilk sayfada yazan uyarı ibresini tahmin edebiliyordum.
“Bildiğiniz üzere, şirketimiz yeni bir pazara girmek için hazırlanıyor,” bunun, içinde olmak üzere yol alacağımız operasyonun yalnızca görünen yüzü olduğunu biliyordum. “Sizin de içinde olduğunuz bir piyasa.” Ben, babama elçilik yapan önemsiz bir insandan daha fazlası değildim onların gözünde. Onun kızı olarak tanınmazdım. İşlerinin özündeki hiçbir bilgiye sahip olmazdım. Esasen merak da etmezdim. Ama babamın bunu yalnızca beni korumak için yaptığını da bilirdim. Bilgisizlik, güvencedir. Bana hep böyle söylerdi. Bütün belgeler önünüzdeki zarfın içerisinde. En kısa zamanda olumlu dönüş sağlayacağınızı umuyoruz.” Onaylayacaklarını biliyordum. Ne de olsa bu zaten liderin fikriydi. Çantayı öne doğru ittirdim ve “İçinde sizin için küçük bir hediye var,” dedim. Rostek liderleri çantaya göz ucuyla baktıktan sonra memnuniyetini gülümsemeyle destekledi. Bundan güç alarak konuşmaya devam ettim. “ISO 639-5 teslimatı başarıyla gerçekleşmiştir.”
Bu cümleyi aslında kulaklığın ardından beni dinleyen adam için kurmuştum. Liderler altında herhangi bir anlam aramayacağı için rahatlıkla oturduğum yerden kalktım. Tam şu an çıkmam gereken andı. Sandalyeyi yerine geri ittim. Ancak adım atmama ramak kala köşede bekleyen korumalardan biri liderin yanına giderek sessizce kulağına fısıldadı. Liderin titreyen bedeniyle birlikte keskin bakışları da eş zamanlı olarak bana döndü.
Kulaklarıma dolan tehlike sinyallerine rağmen umursamaz göründüğüme inanarak yavaş adımlarla kapıya doğru ilerlemeye başladım. Aksi durumda kafama taktığım toka şeklindeki küçük iğneli kılıcın, korumaların belindeki SR-2 Uday tabancası karşısında hiçbir önemi kalmayacağını biliyordum. Ancak yakın dövüş konusunda iyiydim. Kurşunlardan kurtulmayı başarabilirsem bir ihtimal onları etkisiz hale getirebilirdim.
Getiremezdim. Kimi kandırıyordum ki?
Adımlarım umursamaz, ancak bir o kadar hızlıydı. Odadan dışarı çıktığımda kendimi çoktan asansörün önünde bulmuş ve beklemeye başlamıştım. Göz ucuyla korumalara baktım. Kulaklıklarına dokunarak karşı tarafı dinlediler ve aynı anda bakışları bana döndü. Kahretsin. İşte şimdi kesinlikle mahvolmuştum. Lanet olası asansör hala gelmediği için kendimi sağ tarafımda kalan merdivenlere doğru yönlendirdim ve koşarcasına inmeye başladım. Arkamdan gelen Rusça bağırtıları duyuyordum.
Şimdiye kadar silahlarını çekip bu küflü tavanların arasına leşimi sermedikleri için şanslıydım. Aynı şansın nehire gidene kadar yanımda olmasına ihtiyacım vardı. İkişer ikişer indiğim merdivenlerin sonundaki kapıyı bir elimle ittirerek açtım ve kendimi dışarı attım. Sokağın sonuna doğru koşarken kayıtsız görünmeye çalışsam da sinirlerimin son derece gergin olduğunun da farkındaydım. Neden sorun çıktığını anlamıyordum. Koruma lidere ne söylemişti de şimdi peşime düşmüşlerdi?
Beni yakaladıklarında sağ bırakmayacaklarına emindim. Onlar yalnızca öldürmek için insanların peşine düşerlerdi.
Arkamdan gelen ateş sesleriyle birlikte hızımı mümkün olduğunca artırdım. Dudaklarımın arasından çıkan sıcak nefeslerim gecenin soğuğuna karışıyordu. Kar yağışı hızını artırmıştı. O an kendimi içinde hissettiğim masalsı rüya bir kabusa dönüştü.
Şayet bir hikayenin kahramanıysam, bir kış gecesinin içerisinde yaşamıma son verilmek üzereyken hayatta kalmak için ensemdeki ölümle büyük bir savaş veriyor olurdum. Önüme çıkan çitlerin üzerinden çevik bir hareketle atladığımda, iki ayağımın üzerine doğru sert zemine düştüm. Ellerimle destek alıp doğrulmadan önce, savrulan saçlarımın arasından arkama döndüm. Ve bana doğru yaklaşmakta olan adamları gördüm. Doğrulttukları namlunun ucunda ben vardım. Dengemi sağlayarak ayağa kalkıp koşmaya devam ettiğimde, hemen arkamdan seken kurşun ilerideki açıklığa doğru savruldu. Ellerimi başıma doğru siper ederek, nehire doğru giden merdivenlerin basamaklarından inmeye başladım. Adamların hız kesmeden arkamdan geldiklerini görebiliyordum.
Nehir boyunca uzanan kanala doğru geldiğimde, gözlerimle hızlı bir şekilde alanı taradım. Sonra gözüme kestirdiğim bir kolonun arkasına geçerek gizlenmeye başladım. Derin bir nefes aldım. Kendimi göstermemeye özen göstererek, hafifçe eğilip peşimde birilerinin olup olmadığını kolaçan etmeye başladım. Bugün bana ne olacağı önemli değildi. Çünkü kaçmaya çalıştığımızda, kendimizi hep aynı noktada bulmamızın sebebi buydu. Mücadeleden kaçıp sığınılan her kapı, yeni bir mücadeleye dönüşürdü. Tam da bu noktada, ruhumun derinliklerinden kulaklarıma doğru ulaşan o sese kulak verdim.
Kaçma.
Savaş.
Girdiğim anlık transın içinden sıyrılarak kanal boyunca ilerlemeye devam ettim. Ayaklarım benden bağımsız hareket ediyor gibiydi. O andan itibaren bir kere daha arkama dönüp bakmamak üzere kesin karar kıldım. Eve döndüğümde babama bu durumu anlatabilmemin hiçbir yolu yoktu. Eğer iş sekteye uğrarsa ve bu benim yüzümden olursa, olacakları tahmin bile etmek istemiyordum. Çünkü onun için ne kadar önemli olduğunu biliyordum. Aylar süren bir projenin tek bir gecede yerle yeksan olması… düşünme.
Gözlerim tanıdık bir plaka görmek için etrafta geziniyordu. Issız bir sokağa daha saptım ve gölgelerin içerisinde güvende kalmaya dikkat ederek ilerleyişimi sürdürdüm. Derken köşe başında duran eski model siyah bir Mercedes-Benz W126 gördüm. Birkaç adım sonra arabaya yaklaşmış olacaktım. Ancak kısa bir duraksamayla birlikte olduğum yerde durarak yalnızca farları sokağı baştan sona aydınlatan arabaya bakıyordum.
Onu gördüğün anda anlayacağını söyledi, demişti. Sanırım aradığım kişi oydu. İçgüdülerime güvenmek istiyordum. Bu gece yeni bir hataya daha yer yoktu. Omzumun gerisinden ıssız kaldırımları yeniden kontrol ettim ve hedefimi gözden kaybetmemeye çalıştım. Arabaya doğru attığım her adımda, peşimde olan adamları biraz daha geride bırakıyordum. Derin bir nefes alarak nihayet kapıyı açtım ve kendimi koltuğa bıraktım.
Sessizlik.
Kalbimin hızla çarptığını hissediyordum. Yutkunarak bir süre etrafımı kuşatan sessizliği dinledim. Başımı çevirmem ve hemen yan koltukta oturan adama bakarak gitmek için neyi beklediğini sormam gerekiyordu. Ama kilitlenmiş gibiydim. Eğer doğru kişi o değilse ne yapacaktım? Bu bir tuzak olabilirdi. Beni aramak için gönderdikleri adamlar sadece peşimden gelenler olmayabilirdi. Bunu daha yeni düşündüğüm için kendimden nefret ettim. Nasıl bu kadar dikkatsiz olabilmiştim?
Artık başka şansımın olmadığını biliyordum.
Ya şimdi ya da hiç, diye düşündüm.
Kafamı çevirdim. Ve birkaç saniye içerisinde boğazıma dayanmış olan metalin soğukluğunu hissettim. Yutkunmak için nefes almaya bile cesaret edemediğim o an kendimden daha çok nefret ettim.
“Ufacık bir hareketinde,” soğukkanlı bir sesle konuştu. “Ölürsün.”
Dudaklarım aralanmadan önce Rusça bilmiyormuş gibi davranmamın bana getireceği sonuçları düşünmeye başladım. Ancak bir yabancı olarak daha çok dikkat çekecektim şüphesiz. Çünkü bir Rus lideri tarafından aranıyordum. Bir hikayenin sonunu çizmek için epey kötü bir yol tercih etmiştim besbelli.
“Yardım et bana,” diye fısıldadım, Rusça karşılık vererek. Saçlarımdaki peruk gittikçe kafa derime yapışıyordu. Rüzgardan dağılmıştı. Berbat göründüğüme emindim. Ancak belki de bu durumu kullanmalı ve yanımdaki yabancıyı ikna etmek için bir koza dönüştürmeliydim.
“İlginç,” dedi adam sakince. O anda aksanının kulağıma ne kadar güzel geldiğini düşündüm. Kafamı çevirip bakmak istiyordum, eğer şah damarıma yaslamış olduğu bir bıçak olmamış olsaydı. “Ne istiyorsun?”
Derin bir nefes alarak yutkundum. “Peşimde birisi var. Ondan kaçmama yardım et.” Birkaç saniyelik sessizliğin ardından konuşmaya devam ettim. “Karşılığında ne istersen vermeye hazırım. Sadece kaçmama yardım etmeni istiyorum.”
Beni lanet olası cihazdan duyan biri yok muydu? Kimse çağrılarıma cevap vermemişti. İçime çöken sıkıntıyla birlikte ön camdan dışarıya bakmaya devam ettim. Her an birileri gelirse ne yapacaktım? Hızlıca bir şeyler düşünmeliydim.
“Peşindeki kim?” Kendisine yalan söylememi istemiyormuş gibi uyarırcasına boğazımdaki metalin baskısını artırdı. “Yalan söylemeye çalışırsan bunu anlarım. Ve gözünün yaşına bakmam.”
“Sevgilim,” Göz ucuyla yanımdaki yabancıya doğru baktım. Arabaya sığamıyormuş gibi görünüyordu. Boyu epey uzundu. Yüzünde bir kar maskesi vardı. Bir elini direksiyona yaslamış, diğer eliyle de oldukça rahat bir şekilde beni tehdit etmek üzere doğrulttuğu bıçağı tutuyordu. “Beni öldürmek istiyor. Ülkeyi terk edeceğim. Bu gece kaçmak için her şeyi ayarlamıştım. Ancak anladı. Ve deliye döndü. Şimdi de peşimde.” Bıçağı tutan parmakları gerildi. Kafamı biraz daha ona doğru çevirdim. Kendisine bakmama izin verdi. “Lütfen bana yardım et.”
Bakışları kısa bir an için sekteye uğradı. Önce elinde tutmaya devam ettiği bıçağa, daha sonra da gözlerime baktı. Yeşil irislerim, kalbimde patlamak üzere olan tehlikenin izlerini yansıtmasın diye epeyce uğraşmak zorunda kaldım. Uzun bir sessizliğin ardından yutkundu ve yavaşça elini geri çekmeye başladı. Şaşkınlıkla kaşlarım havalandı. Bu kadar çabuk mu ikna olmuştu yani?
Siyah ceketinin iç cebine doğru bir elini götürdü ve çıkardığı telefondan hızlıca birkaç tuşa basarak kulağına yasladı. Bu sefer Rusça konuşmamıştı. Kime, her ne söylüyorsa bunu duymamı istemiyordu. Ve bilmediğim bir dilde konuşuyordu. Neydi bu dil? İbranice mi? Gözlerimi kırpıştırarak bakışlarımı yeniden ona doğru çevirdim. Kar maskesi yüzünden profilini göremiyordum. Ancak katlanan kumaşın altından boynunun sağ tarafındaki dövmeyi belli belirsiz de olsa görebilmiştim.
Telefonu kulağından çektiğinde ben de bakışlarımı önüme çevirdim. Bedenim, aldığı sık nefeslerle birlikte yükselen göğsüme baskı yaparken, burnuma dolan parfümünün eşsiz kokusunun da duyularımı tehdit ettiğini düşündüm. Eğer öleceksem bile mücadele ederken ölecektim. Ama içimden bir ses… boşver, dedim kendi kendime. Onu dinlemek şu an bana iyi gelmeyecek. Düşünmemek en iyi seçenekti.
Yabancı, bana doğru yaklaşarak kafasını sola doğru yatırdı ve gözlerime bakmaya çalıştı. “Kaçacağın liman,” yüzlerimiz birbirine oldukça yakındı. “Novorossiysk mi?” Yutkundum. Kaçmak ister gibi bedenimi koltuğun sırtına doğru biraz daha yasladım. Dik duran bedenim, yeniden tehdit edildiğini hissediyor gibi alarma geçmişti. Buna rağmen kafamı olumlu anlamda sallamayı başarabilmiştim.
Gözleri beni incelemeye devam ederken, sessiz kaldım ve hareketlerini izlemeye devam ettim. Bedeni geriye doğru yavaşça çekildiğinde nihayet derin bir nefes alabilmiştim. Umarım kulaklıktan birileri tam şu an limana doğru yol aldığımı duyuyor ve beni takip ediyordur.
Korku bedenimden uzaklaştığında, “Bana yardım edecekmiş gibi görünmüyordun,” dedim. “Nasıl bu kadar kolay ikna olabildin?”
Adamın gözlerini kıstığına şahit oldum. Ancak beni duymamazlıktan geldi ve dikkatli bakışlarını altımızda kayıp giden karlı yola odaklamaya devam etti. Cidden mi? Cevap vermeyecek miydi? İçime çöken ağırlıkla birlikte tek kaşımı kaldırdım. “Beni öldürmenin sana hiçbir karı olmaz. Ama yardım edersen karşılığını fazlasıyla alacağını garanti ederim.” Cevap vermedi. Sinirle çenemi sıktım. Yanımdaki yabancı kimdi bilmiyordum ama tavırları içimde ona esaslı bir tokat atma isteği uyandırıyordu. Derin bir nefes alarak onu ikna etmeye devam ettim. “Bak… doğruyu söylüyorum. Gerçekten, ne istersen verebilecek güçteyim.”
Kafasını aniden bana doğru çevirdiğinde irkildim. Ancak belli etmek yerine diktiğim çenemle, yalnızca görebildiğim tek yer olan gözlerine bakmaya devam ettim. Bir süre beni inceledi. “O zaman gücünü kendini kurtarmak için kullanmalıydın, malen’kaya devochka.”
O an arabaya bindiğim andan itibaren ilk kez bakışlarında bir şeyler belirdiğine şahit oldum. Keyif miydi bu duygu? Emin olamıyordum. Ama oturduğu yerden bana baktığında küçük kız yaftasını yapıştırması sinirlerimi bozmuştu. Derin bir iç çektim. Bir an önce eve geri dönmem ve olanlar hakkında babamla konuşmam gerekiyordu. Lanet olsun. Belki de burada ölsem ve cesedim babama ulaşsa her şey daha iyi olurdu.
Uzun bir yolculuğun sonunda liman göründü. Gerçekten de bana yardım etmişti. Başımı çevirip adama baktım. Kalbimdeki bu baskının anlamı neydi bilmiyordum ama koşulsuz şartsız ettiği yardım, mideme tekme yemişim gibi hissetmeme sebep olmuştu. Heyecanla elimi kapının kulpuna koydum ve limana arka taraftan gizlice giriş yaparak beni geminin önüne götürmesini bekledim.
Arabayı durdurdu ve kontağı kapattı. Sönen farlarla birlikte karanlığın içine hapsolduk. İkimizden de çıt çıkmıyordu. Açıkçası, ağzını açıp bir şey söylemesini beklerken, gerginlikle bacaklarımı sallamamak için zor duruyordum. Bir gece içerisinde üzerimde yarattığı hislere şaşkınlıkla baktım. Ben böyle bir kadın değildim. Hislerimi belli etmezdim. Hatta en son ne zaman bir duyguyu böylesine içselleştirerek yaşamıştım, bilmiyordum. Bildiğim tek şey, birden fazla duygunun son birkaç saat içerisinde üzerime çullanmış olduğuydu.
“Bana borçlandın.”
Gözlerimi ağır ağır kırptıktan sonra söylediği şeyi idrak etmeye çalıştım. Gerçekten benden bir şey isteyecek miydi? Oysaki aksini umut etmiştim. Çünkü şu anda ona verebilecek hiçbir şeyim yoktu.
Benimle gemiye atlayıp gelmediği sürece.
“Kabul ediyorsun yani?” diye tekrar ettim, doğru anladığımı belirtmek ister gibi.
“Başka birinin arabasına binmiş olsaydın, çoktan ölmüş olurdun. Bu yüzden,” kar maskesinin ardındaki kara gözleri yoğunlaştı. Buradan bakıldığında karanlıkta daha da keskin göründüğünü düşündüm. “Umarım borcuna gerçekten de sadık birisindir.”
Kar hızını artırmıştı. Geminin yanan ışıklarının arasına karışıyor ve puslu bir görüntü çiziyordu. Artık gitmeliydim. “Ne istiyorsun bilmiyorum ama seni bulabilmem için bana hakkında bilgi vermek zorundasın.”
İşittiği cümlelerle birlikte dudaklarının az da olsa kıpırdadığını gördüm. Ancak maske yüzünden bunun bir hayal ürünü olmasından endişe ediyordum. "Bir gün karşılığını almak için seni bulacağım."
Şaşkınlıkla kaşlarımı çattım. Hakkımda hiçbir şey bilmeyen bir adam, nasıl bu kadar emin bir şekilde beni bulabileceğini söyleyebilirdi ki? O anda kulaklarımdaki cihaz hışırdadı ve bana doğru bağıran birkaç ses duydum. Anlaşılan lider, aramızdaki iletişimin kopması için sahip olduğu teknolojiyi kullanmaktan geri kalmamıştı. Adi herif.
Biraz daha konuşmadan durmaya devam edersem, karşısında bir aptal gibi görünmeye devam edeceğimi anlayıp kendime derin bir öfkeyle duydum. Ancak bununla daha sonra ilgilenecektim. "Beni bulabileceğine nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?"
Sorduğum soru, yüzünde alaycı bir tebessümün oluşmasına sebep oldu. Bunu gerilen dudaklarının maskenin kumaşına yansımasından görebilmiştim. Herhangi bir cevap vermeyeceğini geçen her saniyede hissetmiştim. Kulağımda çınlayan konuşmalara da bir cevap veremediğim için bir an önce gitmem gerektiğini fark ettim.
Uzun bir bekleyişin ardından, "Teşekkür ederim," diyerek kapının kulpuna uzandım, "Beni nasıl bulacaksın bilmiyorum ama… bulduğunda yaptığın yardımın karşılığını aldığından emin olacağım."
Ve arabadan inerek kendimi gecenin keskin soğuğuna doğru bıraktım. Kapıyı ardımdan kapatmadan önce, “Bir kez o gözlere baktım ya, geri dönüş yok artık; seni bulacağım, malen’kaya devochka,” dediğini, belli belirsiz de olsa duymuştum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder