15 Haziran 2025 Pazar

Bölüm 4: “Özlemden Dolayı Kalpte Oluşan Leke”

4.


“Özlemden Dolayı Kalpte Oluşan Leke”




“Kendini iyileştirebilmeyi öğrenebilmek için, 

İhtimalleri yaşamayı seçmek gerekir.” 



Adamors, Undone 








Sakin olmak ve paramparça olmak bazen aynı şeylerdi.


Kalbim kırıldığı yerden kırmayı da, kırıldığı yerden kırılmayı da çok iyi biliyordu. Bazı enkazlar oluyordu; kendi yarattığım ya da benim için yaratılan. O kadar çok görmüştüm ki, artık bir enkaz olmak ne demek, iyi biliyordum. Ve bahsi geçen enkazların geri dönüşü olmadığını da çok iyi biliyordum. Şimdi karşısında durduğum o geri dönüşü olmayan enkazı izliyordum. O kadar çok izliyordum ki, bir süre sonra o dönüşü olmayan yolun kendisi oluveriyordum.


Ölüm biraz ötemde, bana en az yaşam kadar yakın olduğunu hissettirirken, düşündüklerimin çok da anlamsız olduğunu söyleyemezdim. Çünkü bir enkazın altında değildim.


O enkazın ta kendisiydim.


Bedenimin üzerindeki ağırlıkla birlikte sırtım, mümkünmüş gibi karlı zemine biraz daha saplandı. Soğuktu. Ancak boynuma doğru çarpan sıcak nefesler, üzerimdeki soğuğu silip atacak güçteydi. Güçlü bedeni, beni korumak istermiş gibi çepeçevre sarmıştı. Dışarıdan gelebilecek herhangi bir tehlike için göğsüme giydiğim bir zırh kadar güvenilir olduğunu düşündüm. Düşüncelerimin yoğunluğu, panik duygusunun kendisini geri plana atmasıyla birlikte silinip gitmeye başladı. Telaş içinde inip kalkan göğsümle birlikte, yüzlerimizin arasında neredeyse hiç mesafe kalmayan yüzüne bakmaya devam ettim.


Kuzguni siyahı gözleri, ensemizdeki ölüm kadar karanlık görünüyordu. Yaralanmış mıydım? Burnuma dolan barut kokusunu hissedebiliyordum. Karnıma doğru yayılan bir sıcaklık vardı. Ancak hareket edemeyecek kadar kilitlenmiş durumdaydım. Bora’nın düzensiz nefeslerini dudaklarımın üzerinde hissedebiliyordum. Kafamı yukarı doğru kaldırdım ve geniş omuzlarının izin verdiği ölçüde ıssız arazinin bir bölümünü görebilmek için sırtımı dikleştirmeye çalıştım.


“Hareket etme.”


Gözlerimi sıkıca yummak zorunda kaldım. Vurulan ben değilsem, ki vücudumun hiçbir noktasında acı hissetmiyordum, karnıma doğru yayılan bu sıcaklık hissinin kaynağı ona aitti. Yaralanmış olmalıydı. Ve bu, beni korumak isterken olmuştu. Gücümü toplamaya çalışarak bir elimi koluna koyup destek almaya çalıştım. Hafif bir açıyla dikleştiğim için karların arasına dağılan siyah saçlarım da en az karmaşık olan zihnim gibi dağıldı.


Bir robot gibi aldığım komut karşısında olduğum yere geri sinmiştim. Boğazımdaki yumruyu hissedebiliyordum. Ancak ağzımı açıp iki kelimeyi bir araya getiremeyecek kadar güçsüz olduğumu düşündüm.


Bizden uzaklaşmaya başlayan gürültülü motor sesiyle, bir kurşun yağmuruna tutulmaktan daha çok, namlunun ucundaki hedef olduğumu böylelikle anlamış oldum. Geniş araziden gittikçe uzaklaşan boğuk sesle birlikte üzerimdeki ağırlığın da yavaş ama temkinli bir şekilde uzaklaşmaya başladığını gördüm.

Doğrulduğum için artık karşımdaki bedeni ve almış olduğu yarayı daha net görebiliyordum. Vurulmuştu. Dengesi sarsıldığında içimde hissettiğim panik duygusuyla birlikte öne doğru atıldım ve kolunu tuttum. Bakışları kısa bir an için bana döndüğünde, hissettiği acıdan kaynaklı olarak sıktığı çenesini görebiliyordum. “Kan kaybediyorsunuz,” dedim, sonunda dilimi bulup da konuşabildiğimde. Beni duymamazlıktan gelerek ayağa kalkmaya çalıştı. Beraberinde ben de kalktığımda, enseme doğru yayılan acıyı görmezden geldim. “Yardım etmesi için birilerini çağıracağım.”


Eliyle bileğimi tuttu ve adım atmamı engelledi. “Sakın,” diye fısıldadı. Güçlükle konuşuyordu ama gelecek olan yardımı reddediyor muydu? Ne zannediyordu bu adam kendini? Kan kaybediyordu ve yarası ölümcül olabilirdi. Burada öylece durup buna seyirci mi kalacaktım?


“Ölebilirsiniz!” diye bağırdım. Boğazımda hissettiğim kuruluğa rağmen hâlâ sesimin çıkıyor olması bile mucizeydi doğrusu.


İçimi kor gibi yakan bir ses tonuyla, “Kimse bir kurşun yarasıyla ölmez,” dedi. Evet. Kesinlikle ölmek üzereydi. Aksi halde aklı başında olsaydı, karnından oluk oluk akan kana rağmen bu cümleleri kuruyor olamazdı. Siyah kaşe kabanının altındaki beyaz gömleği kırmızıya dönmüştü. Güçlü eli yarasının üzerine baskı uyguluyor ve kan akışını azaltmaya çalışıyordu. Herkes binanın içindeydi. Korumalar da girişin etrafında olmalıydı. Biz demir kapının dışında olduğumuz için görülemeyecek bir noktada duruyorduk. Yalın’ın şimdiye kadar yokluğumu hissetmemiş olması içimdeki sıkıntıyı artırdı. Arazi ıssızdı ve tek bir araç dahi geçmiyordu. Az önce yere doğru düştüğümüz kar öbeğinin ortası, tıpkı onun üzerindeki beyaz gömlek gibi kırmızıya boyanmıştı. Bakışlarım birkaç saniye karların arasındaki kanın üzerinde takılı kaldı.


O anda zihnimde, eskiden okuduğum bir romanın satırlarında altını çizdiğim o paragraf yankılandı. Birbirine kilitlenmiş olan ruhlar hakkındaydı. Aralarında herhangi bir bağ olmadan birbirlerinin hayatlarına girmesi gerektiği çok önceden belli olan ve hayatlarına girdiklerinde de tek amaçları birbirlerini tamamlamakla ilgiliydi.


Bunu neden tam da şu an düşündüğümü bilmiyordum.


Soğuk, bir bıçak gibi bedenime saplandığında benden uzaklaşan yabancının arkasında bıraktığı kalıntıları izledim. Yoğun kan akışına rağmen bedenini dik tutmaya çalışıyor ve attığı güçsüz adımlara rağmen dengede duruyordu. Siyah cipine doğru ilerlediği sırada kaşlarım çatıldı. “Nereye gidiyorsun?” Sesim eko yaparak ıssız arazide yankılandı. Belki de arkamı dönüp çekip gitmek ve sorunlarıma bir yenisinin daha eklenmesine izin vermemeliydim.


Ancak ayaklarım çoktan ona doğru hareket etmeye başlamıştı bile.

Yanına doğru yaklaştığımda kapıyı açmak üzereyken bedenimi kendisi ile kapının arasına sıkıştırdım. Güç bela ayakta duran bedenini dik tutmak adına kolunu uzatarak sırtımı yasladığım kapının camına tutundu. “Çekil,” dedi, gözlerini kısarak bana bakmaya devam ederken.


“Bu şekilde araba kullanamazsınız, delirdiniz mi?” Panik halinde dudaklarımdan firar eden soru karşısında hissettiğim şaşkınlığa engel olamadım. Ancak zihnimdeki o son kayış kopmuştu. Karşımda duran adamın bu halde olmasının tek sebebi bendim. Sanki hayatımı kurtarmak onun göreviymiş ya da her gün kendisini silahların önüne atıyormuş gibi vurulduktan sonra rahat bir tavırla öylece çekip gidemezdi.


Kapıyı açmak üzere yapmış olduğu hamleyle elini sırtımda hissettim. Olduğum yerde hareketsizce durmaya devam ediyordum. Çekilmeyeceğimi anladığında sıkıntılı bir nefes verdi. “Daha ne kadar karşımda durmaya devam edeceksin?”


“Anahtarı verin,” dedim sadece. Şaşkınlıkla kalkan kaşlarını ve gözlerine sinen alaycı ifadeyi görmemezlikten geldim. “Arabanın anahtarını verin.” Avucumu açarak ikimizin arasına doğru uzattım. Gözlerini gözlerime diktiğinde kalbimde bir sancı hissettim. Ve bu hisse anlam veremedim. Bana olan bakışları… tanıdık geliyordu. Ama bu duygunun sebebini bilmiyordum. Yalnızca hissediyordum.


Ne kadar zaman geçtiğini anlamadığım o süre zarfında, avucumun içinde hissettiğim ağırlık hissiyle dudaklarımda zafer dolu bir gülümseme belirdi. Ancak dışarıdan görünen ifademin hâlâ buzdan yapılmış kadar ifadesiz olduğunu biliyordum. Hissettiğim tatmin duygusunu içimde yaşamaya devam ettim. Benden uzaklaşan bedeniyle sırtımı yasladığım yerden ayırdım ve kapıyı açarak şoför koltuğuna oturdum. Aynı anda kapılarımızı kapattıktan sonra vakit kaybetmeden kontağı çalıştırdım. Tekerlekler karlı arazide çığlık atarak öne doğru atıldığında nereye gideceğimizi bilmiyordum. Bildiğim tek şey, kan kaybından ölmesine bir an önce engel olmam gerektiğiydi.


“Hastaneye gitmemiz lazım,” diye mırıldandım, gözlerimi korkuyla yarasına doğru çevirdiğimde. Direksiyonu kontrol altında tutmaya çalışmak ve bir yandan da yarasından akan kan akışını takip etmek çok zordu. “Arabada yaranıza bastırmak için kullanabileceğiniz bir şeyler var mı?”


Sorumu cevaplamayı es geçerek, “Hastane olmaz,” dedi ve hemen ardından oturduğu koltuğun bel kısmını geriye doğru yatırarak bedenini uzanır konuma getirdi. Bu adam kesinlikle aklımla oynamaya çalışıyordu. Gözlerindeki ifadeden kurduğu her cümlenin ne kadar net olduğunu görebiliyordum. Ancak zihnim bu görüntüyü reddetmek istiyordu.


“Ne demek hastane olmaz?” diye sordum şaşkınlık içinde. Düşüncelerimin arasına yerleşen ihtimaller zinciri çığlık çığlığa bunun bir rüya olmasını haykırıyordu. “Kan kaybı yüzünden ne söylediğinizi bilmiyorsunuz.”


“Kurşun sadece sıyırdı,” aniden elini direksiyonu tutan bileğimin üzerinde hissettiğimde aklımdan geçen tek şey teninin ne kadar soğuk olduğuydu. “Ayrıca hedef sendin ama vurulan kişi ben oldum. Kurşun bir Cumhuriyet Savcısına isabet ettiği için takdir edersin ki hastaneye gitmek, içinde olduğumuz durumu daha da zora sokar.”


Ölüm ne zamandan beri hayatımın etrafına pusu kurmuştu ve benim için bir mücadele haline getirmişti, bilmiyordum. Bildiğim tek bir şey vardı; o da artık kimsenin ölümüne şahit olmak istemediğimdi.


“Sizi vuran kişi ben değilim,” dedim, hissettiğim panik duygusuyla. “Neden suçlu olan taraf bizmişiz gibi kaçmaya çalışıyoruz?”


Bileğimdeki baskısını artırdı ve “Sakin ol,” dedi. Sihirli cümleleri duymuş gibi bakışlarımı ona doğru çevirdiğimde bedenimin titrediğini o an fark edebildim. “Ne yaptığımı biliyorum. O yüzden senin yapman gereken yalnızca bana ayak uydurmak.”


Kontrol bendeymiş gibi görünebilirdi ama aslında tamamen ondaydı. Bunu yaralı bir halde yanımda uzanan kişi olmasına rağmen söylediklerini kabul ettiğimi belirtmek ister gibi kafamı salladığımda anlamıştım.


“Gerçekten Cumhuriyet Savcısısın, değil mi?” Bu gerçekten şüphe duymak için ne kadar doğru bir zaman seçmiştim. Tam da benden beklenildiği gibi.


Dudaklarında alaycı bir kıvrım meydana geldi. “Ruhsatımı da görmek ister misin?”


Gülümsemesine karşılık verdim ve “Seçeneklerim arasında,” diyerek hızlıca sorusunu yanıtladım.


Her şey o kadar ani bir şekilde kontrolden çıkmıştı ki düşünmek için zamanım bile olmamıştı. Oysaki ben soğukkanlılığımla tanınırdım. Kontrolü elimde tutmayı severdim ve süreci yönetmek konusunda sorunlara özgüvenle yaklaşırdım. Ancak içinde bulunduğum duygu karmaşası üzerine meydana gelen olaylar, bunu tam tersine çevirmiş gibiydi.


Derin bir nefes aldım ve omuzlarımı dikleştirip daha kontrollü bir ses tonuyla konuşmaya başladım. “Nereye gidiyoruz?”


“Evime,” dedi, soğukkanlı bir ifadeyle. Kısa bir an için bakışlarımı ona doğru çevirdim. Göz ucuyla o da bana baktığında bir süre aramızdaki sessizliğin içine çekildik. Araç sarsıldığı için aniden yarasına saplanan acıyla birlikte dişlerini sıktığında içine girdiğim transtan sıyrıldım.


“Umarım evin yakınlardadır, savcım,” dedim düz bir sesle. Bakışlarımla yarasının olduğu yeri işaret ettim. “Çünkü buradan bakıldığında küçük bir sıyrıktan daha fazlası gibi görünüyor.”

Bakışlarımı önüme doğru çevirerek yola odaklanmaya devam ettim. Yan profilimdeki bakışlarının ağırlığını hissediyordum ancak ona dönüp bakmadım ve gaza abanarak aracın öne doğru atılmasına neden oldum. Kulaklarımda çınlayan saatin akrep ve yelkovanının ritmik seslerini duyabiliyordum. Asfalt zemine çıkmıştık. Yol arazideki gibi tümseklerle çevrili olmadığı için araç daha az sarsılıyordu. Yolun her iki tarafına sıralanmış çam ağaçları karlarla kaplıydı. Böylesine kaotik bir ortamda olmasaydım, içinde bulunduğumuz anın huzurlu hissettirdiğini bile söyleyebilirdim.


Arabanın ön panelindeki dijital klimaya doğru uzandım ve sıcak ayara getirdim. Kaybettiği yoğun kan kaybından dolayı üşüyor olmalıydı. Hatta el ve ayaklarının uyuşmaya başladığına bile neredeyse emindim. O an göğsümde hissettiğim acı hissiyle yutkunmak zorunda kaldım. Bu his yanımda oturan adama özel değildi belki. Ama hissettiğim endişenin asıl sahibi olduğu kesindi.


“Yaşayacağım,” aramızda uzanan derin sessizlikten sonra iç çektiğini işittim. “Kan kaybından öleceğim için endişe ediyorsan diye söylüyorum.”


“Sana borçlandım.” İkimizin de bildiği bir gerçeği dile getirirken, kendimi aramızda beliren görünmez kadere teslim olmuş gibi hissediyordum. “İstesen de ölmene izin vermeyeceğim.”Tanımadığı biri için gözünü kırpmadan kendisini namlunun ucuna atmak ancak içinde bulunduğu dünyada yanmanın ne demek olduğunu anlamış insanın yapacağı türden bir cesaret örneğiydi. O yüzden mi gözleri buz gibiyken kendisi böyle alev alevdi?


“Umarım borcuna sadık kalabilen bir kadınsındır.”


Dakikalar sonra dudaklarını aralayıp kurduğu cümle karşısında hazırlıksız yakalandım. Kulaklarımın işittiği keskin cümleler, geçmişten savrulup gelen bir anının içine sürüklenmişim gibi hissetmeme sebep olmuştu. Farkında olmadan kaşlarım çatıldı ve bu anlamsız duyguya kapılırken buldum kendimi.


“İlerideki sapaktan sağa döneceksin,” dediğinde dalgın bakışlarımı ona doğru çevirdim. Bir süre ne dediğini anlamaya çalıştığımda, yüzümdeki şaşkınlık ifadesi dudaklarının çok hafif kıvrılmasına sebep oldu. “Sapağı kaçırırsan geri dönmen en iyi ihtimalle bir saati bulur ve bana olan borcunu ödeyemezsin.”


Kısacası, kan kaybından ölürüm demek istiyordu. Aniden içinde olduğumuz durumu unuttum ve engel olamadığım bir duygu yoğunluğuyla gülmeye başladım. Gerilen sinirlerim karşısında infilak eden hislerimi kontrol altında tutmak anlaşılan buraya kadardı. Sağa doğru sinyal vererek dönüş aldığımda, dişlerimi dudaklarıma geçirdim ve gülüşümü bastırmaya çalıştım.


“Sahi, kurşunun önüne atlarken aklından ne geçiyordu?” diye çıkıştım.


Gözleri, yakından daha parlak ve siyah bir cama bakıyormuş gibi görünüyordu. Teninden burnuma dolan kokusu, kış mevsimine yakışır bir güzellikteydi. Aniden zihnimden geçen düşüncelerin uygunsuzluğu karşısında gözlerimi kırpıştırarak kendime gelmeye çalıştım. Onun kim olduğunu, neden bu durumda olduğumuzu ve en önemlisi etrafımdaki tehlikeleri birkaç saniye içerisinde zihnimdeki kıyıdan uzaklaştırdığım için kendime karşı derin bir öfke hissettim.


“Ölmene izin mi verseydim?” Sıcak nefesi sanki yakınımdaymış gibi geldiğinde, koltuğunu dikleştirdiğini ve bir kolunu aramızdaki kolçağa koyarak bedenini dengede tutmaya çalıştığını gördüm. “Daha hızlı olmalıydım.”


Bir an için işittiğim cümleleri idrak edemedim. Dert ettiği şeyin, kendini benim için tehlikeye atmış olmasından değil de yeterince hızlı olamamasından kaynaklandığını şaşkın bakışlarla dinledim. Gerçekten yaşadığı kan kaybından ötürü sağlıklı düşünemediğine artık emindim.


Asfalt yoldan ayrılmış, yeniden bir arazinin içerisine doğru giriş yapmıştık. Direksiyonu kırıp hemen ilerimizde duran dağ evine doğru aracı yönlendirdiğimde, yanımda sessizce oturmaya devam etmesi, doğru yolda olduğumu düşündürtmüştü. Zaten yolumuzun nereye gittiğini belli eden herhangi bir tabela da yoktu. Issız yolda ilerlemeye devam ederken evin etrafını sarmalayan ağaçlara doğru ilerledim ve girişe yakın bir yerde durarak arabayı istop ettirdim.


Kapıyı açıp dışarı çıktığımda enseme doğru vuran soğukla beraber dişlerimi sıktım. Arabanın ön tarafından ilerleyerek onun olduğu tarafa yöneldim. Çoktan kapısını açmış ve dışarı çıkmıştı. Eliyle yarasına baskı uygulamaya devam ettiği için hasarı göremiyordum. Ancak gömleğinin komple kırmızıya dönmesi, içimdeki panik duygusunun şahlanması için yeterli bir görüntüydü. Yanına doğru ilerleyerek ağırlığını bana vermesi ve rahatça yürüyebilmesi için bir kolunu kaldırarak omuzuma doğru attım. Bakışlarını bana çevirdi ve göz göze geldik. Yüzünde herhangi bir ifade yoktu ama sıktığı çenesini görebiliyordum. Canı acıyor ve bunu saklamaya çalışıyor, diye düşündüm içimden. Yarasının sebebi olduğum için ona bakmaya hakkımın olmadığını düşündüm ve bakışlarımı kaçırdım.


Ayağımdaki ince topuklular karların arasında yürümemi zorlaştıracaktı. Bu yüzden ikimizi de dengede tutabilmek adına kolumu sırtından dolayarak beline tutundum. Hiç konuşmadan dağ evine doğru yürümeye başladık. Arada sırada dengem sarsılıyor ve bedenini sürüklemek konusunda zorlanıyordum. Buna rağmen ağırlığını bana vermeden yalnızca adımlarıma uyum sağlamaya çalışıyordu.


Tahta kapının önüne geldiğimizde, “Anahtar paspasın altında,” dedi. Ciddi olup olmadığını anlamak için yüzüne baktım. Oldukça ciddi görünüyordu. Kafamı salladım ve kolunun altından çıkarak tek başına durabileceğine emin olduktan sonra yere doğru eğildim ve paspasın altındaki çelik anahtarı aldım.


“Bir savcı olarak anahtarı böyle alelade bir yere saklayacağını düşünmezdim.”


Güçlükle ayakta duran bedenini dengede tutmak için kolunu kapının kirişine yaslamıştı ve öne doğru eğilmişti. Alaycı sesimi işitmesiyle omzuna doğru yatırdığı kafasını kaldırdı, “Anahtarı oraya koyan kişi ben değilim,” dedi ve muzip bir ifadeyle baktı. “Buraya uzun zamandır gelmiyorum.”


Edindiğim bu yeni bilgiyle birlikte duraksadım. Yine de olabildiğince tepkisiz kalmaya çalışarak anahtarı hızla kapının kilidine yerleştirdim. Birkaç defa çevirdikten sonra kapı açıldı. Yeniden kolunun altına girerek içeri doğru yürümesine yardımcı oldum. Eşikten geçtiğimizde bir ayağımı kaldırarak tahta kapıyı ardımızdan ittirdim. Hızla etrafa göz gezdirdiğimde, kapının sağ tarafındaki koltuklara doğru yönelerek yavaşça oturması için belimdeki elimi çekerek üzerimdeki ağırlığın uzaklaşmasını bekledim.


Uzun süre kullanılmayan bir yer için fazla temiz göründüğünü düşündüm. Taş duvarların ortasına oyulmuş olan şömine yanmadığı için içerisi fazla soğuktu. Bora derin bir iç geçirdi ve elini yavaşça yarasının üzerinden kaldırdı. Kan oluk oluk akmaya devam ediyordu. Acilen yarayı temizlemeli ve dikiş atmalıydım. Yoksa enfeksiyon kapacaktı. O da benimle aynı şeyleri düşünmüş olacaktı ki bakışlarıma karşılık verdi.


“Umarım dikiş dikmek konusunda iyisindir,” dedi, anlam veremediğim kadar garip bir ses tonuyla. Bir yara açmak ve bir yarayı kapatmak. İkisi de aşina olduğum ancak sadece birinde oldukça başarılı olduğum o iki eylem… Bugün hiç tanımadığım bir adamın bedeninde açtığım yarayla onda bir iz bırakmıştım. Uzun zamandır hayatımda hissettiğim tanıdık bir histi bu. 


“Ölmene izin vermeyeceğimi söylemiştim, savcım.” Kafamı kaldırıp dalgın bakışlarımla ona baktığımda, hissettiklerimi yüzüme yansıtmamaya özen gösterdim. “Malzemelerin banyoda olduğunu tahmin ediyorum.”


Olumlu anlamda kafasını salladı. “Lavabonun altındaki ikinci çekmecede.” Gözlerini dahi kırpmadan beni izlerken, irislerinin daha canlı bir hal aldığına şahit oldum. Bu sırada ben de üzerimdeki paltoyu çıkararak tekli koltuğun üzerine bırakmış ve vücudumu saran elbisemin kollarını dirseklerime kadar sıyırmaya başlamıştım. Topuk seslerim tahta parkede ritmik bir ses çıkarıyordu. Her adımımda da katlanarak arttı. Vakit kaybetmeden banyoya girdim ve tarif ettiği gibi beyaz kapaklı çekmecedeki ilk yardım setini alarak odaya geri döndüm.


İçeriye geçtiğimde hemen yanına oturdum ve çantayı kucağıma koydum. Bora, kafasını koltuğun kolçağına yaslamış, arkasına doğru yaslamıştı. Kapalı olan gözlerinin ardındaki acıyı tahmin edebiliyordum. Belli etmemeye çalışsa da kan kaybı ciddi bir durumdu. Buna rağmen dirayetli olduğu, buraya gelene kadar geçen süre içerisinde bir kez olsun zihnini boşluğa bırakmamasından belli oluyordu. Yine de en nihayetinde oda etten ve kemikten var olmuştu. Onun bile acı söz konusunda bir sınırı olmalıydı.


Ona doğru biraz daha yaklaşarak gömleğinin kan olan bölgesine doğru uzandım. Aniden güçlü parmaklarını bileğime yasladığında, “Önce yarayı temizlemem gerekiyor,” diye fısıldadım, kuru bir sesle. “İzin verir misin?”


Kafasını yattığı yerden kaldırmıştı ve dikkatli bakışlarla yüzümü inceliyordu. Belli belirsiz kafasını salladı ve bileğimi serbest bıraktı. Çantanın içerisindeki makası alarak yaranın enfekte olmuş kısmını kesmek için öne doğru atıldım. Ancak o, gözlerini dahi kırpmadan beni izlerken sırtını dikleştirdi ve yavaş hareketlerle gömleğinin düğmelerini açmaya başladı. Bir süre aramızda anlamsız bir sessizlik oluştu. Bakışlarımı kaçırarak odada dolaştırmaya başladım. Sanki biraz sonra yeniden ona bakmak zorunda kalmayacakmışım gibi.


Bir dağ evine göre oldukça modern dizayn edilmişti. Üzerinde olduğumuz koltuk takımı, girişin hemen sağ tarafında bulunuyordu. Karşısında ise Amerikan tarzı bir mutfak ve dört kişilik masa vardı. Şöminenin olduğu alanın etrafına, oldukça rahat olduğuna emin olduğum yumuşak yer yastıkları yerleştirilmişti.


Yeniden ona doğru döndüm. Duruşunda herhangi bir değişiklik olmadan sabırla bakmamı beklemişti. Ayağa kalkarak uzanmasını rica ettim ve bende kalan boşluğa yerleşerek yarayı yakından incelemeye başladım. Pürüzsüz teninde, kasıklarının sağ alt kısmına doğru derin bir yarık açılmıştı. Dediği gibi, kurşun sıyırıp geçmişti. Çantanın içindeki eldivenleri parmaklarıma geçirdikten sonra steril bir gazlı bezle yaranın etrafındaki kanı temizlemeye başladım. Kafamda dönüp duran tek şey, bendeki yara izinin aynı şekilde onda da açılmasına sebep olduğumdu.


Ruhumu izbe bir yerde, kendine yaşamak için kurduğu bir eve benzetirdim. O evin çatısı yoktu. İçindeki eşyalar kırık döküktü. Ama hepsi bana aitti. Hepsi, zamanın sırtına bindirdiği yüklerden dolayı parçalarına ayrılmış, dağılmış ve kaybolmuştu. Ama ne olursa olsun, kapıyı açıp her içeri girdiğimde benden izler taşıdığını görmeye devam etmek paha biçilemezdi. Şimdi o evin duvarlarında ateşin külleri vardı. Duvarlarına is sinmiş, ateşin iç yakan kokusu etrafı sarmıştı. Ben yine o evin kapısından girmiştim. İçeride, zamana yenik düşmeden ayakta kalmış olan parçalarım vardı. Şimdi yine elimde bir avuç külle eşiğinde durduğum kapıda, yanan bir harabeyi izliyordum. Yüzümdeki isi çıkarabilirdim.


Peki ya kalbim?


“Bu biraz acıtabilir,” dedim, gözlerinin içine bakarak.


“İnan bana,” hissiz bir ifadeyle bakışlarıma karşılık verdi. “Kurşun yarasından daha acı verici yaralar da vardır.”


Zihnimden geçenler, bir projeksiyon makinesinden yansır gibi gözlerimden ona doğru aktığında, ne düşündüğümü görebiliyormuş gibi bakıyordu. Siyah gözleri kısıldı. O an, hangi yaralardan söz ettiğini merak etmeye başladım. Ama içimden bir ses, bahsettiği acının fiziksel olmadığını söylüyordu. Nefesimi tuttum. O andan itibaren yalnızca yarasına odaklanarak iğnenin ucunu, teninin yumuşak derisine geçirdim. Yaranın uyuşmasını beklememize zamanımız olmadığı için acıyı hissetmek zorunda kalacaktı. Ellerimin titrememesi için fazladan çaba sarf ederek, yarasını dikmeye başladım.

Saçlarıma vuran nefesi dışında hiçbir tepki vermiyordu. Fakat kalbimden beklenmedik bir şekilde bu sessizlik, içimdeki işkenceyi daha da körüklüyordu.


Son dikişi de attığımda, kafamı eğdiğim yerden kaldırdım. Bir süre ellerim havada hareketsiz kaldı. Kan içindeydiler. Bakışlarımı diktiğim yara izinden ayıramıyordum. Hislerimin üzerine ince bir buz tabakası şeklinde eklenen yakıcı hislerle, çaresizlik duygusunun aniden bedenim tarafından kuşatıldığını hissettim. “İyi misin?” Uzun kirpiklerimi kırpıştırarak kendime gelmeye çalıştığımda, ruhumda hissettiğim dile getirilmemiş düşüncelerin aramızda asılı kaldığını hissettim. Kısık bir öksürük eşliğinde boğazımı temizledim.


“Elimdeki kanı temizlesem iyi olacak.”


Bakışlarının ağırlığını üzerimde hissediyordum; ancak ona bakmamak konusunda kendimle verdiğim bir savaşın içerisindeydim. Ayağa kalkarken içinde olduğum durumun ne denli hasar bırakacağını düşünmeyi reddederek hızlı adımlarla banyoya doğru yöneldim ve kapıyı arkamdan sertçe kapattım. Aynadaki bakışlarıma kısa bir an için gözlerim takılsa da akmaya devam eden suyu avuçlarıma alıp parmaklarımı ovuşturmaya başladım. Su aniden ellerimdeki kanın rengine bulandığında, geride hiçbir şey kalmayana kadar bu işlemi tekrarlamaya kararlıydım. Geride tek bir leke bile kalmamalıydı.

Belli belirsiz yer edinmiş kızarıklıklar dışında temizlendiğini düşündüğüm avuçlarıma suyu alıp hafifçe yüzüme serpiştirdim. Su serindi ve alev alev yanmakta olan tenime iyi gelmişti. Kafamı kaldırıp yeniden aynaya baktığımda, hemen arkamdaki kapının birkaç defa tıklatıldığını duydum. Bora, araladığı kapının eşiğinden beni izlediğinde, gerilsem de ifadesiz kalmayı başarmıştım. Kollarını göğsünde birleştirdi ve gözlerinden geçen anlamları sisli bir camın ardına gizledi. Yüzümden hafifçe damlayan su taneleri, aralıklı dudaklarımın üzerinden geçerek boynuma doğru aktı. Bakışları kısa bir an için bu eylemi takip etti ve gerdanımda duraksadı. Alt dudağımı hafifçe içe doğru çektikten sonra, bu refleksle yapılmış olan hareketim gözlerinin odağı haline gelmişti.


Gözlerimi kaçırdım.


“Neden kalktın?”


Tek kaşını kaldırdı. “Uzun süredir buradasın.”


Ne kadar zamandır burada olduğumun farkında bile olamadığımı ona söylemek istemedim. Ben bu kadar güçsüz biri değildim. Duygularla baş edebilmeyi küçüklüğümden beri iyi bilirdim. Ama artık hayatımdaki bütün doğruların ve yanlışların iç içe geçtiğini hissediyordum. Aynada baktığım yüzü artık tanıyamıyordum. Yeniden musluğa doğru eğildim ve ensemdeki bu yakıcı histen kurtulmak için elimi ıslatıp boynuma doğru götürdüm. Solgun ve makyajsız olan tenim yorgunluğun izlerini taşıyordu. Geride kalan tek şey, cansız bir yaprak gibi tutunduğu dalda hayatta kalmaya çalışan yeşil gözlerimden ibaretti. Yüz hatlarım hiçbir zaman yumuşak olmadığı için, dikkat çeken ilk şey daima gözlerim olurdu. Ve bütün çaresizliklerime rağmen orada gördüğüm meydan okuyan ifade hiçbir zaman değişmiyordu.


Ellerimi kuruladıktan sonra arkama doğru döndüm ve kalçamı lavabonun tezgahına doğru yasladım. “Teşekkür ederim.”


Bana bakan gözleri kısıldı ve kapıya yasladığı omzunu belli belirsiz dikleştirdiğini gördüm. “Bu ne içindi şimdi?” Gerçekten anlamadığı, yüzündeki ifadeden belli oluyordu.


“Hayatımı kurtardığın için,” dedim, yalnızca dudaklarımı oynatarak. Çünkü bedenimdeki bütün hislerin çekildiğini hissediyordum. Yapabildiğim tek şey, ellerimle her iki yanımdan destek aldığım bu soğuk fayanslardı.“Sende benim hayatımı kurtardın.” Bana doğru bir adım attı. O anda karşıma dikildiği için boyunun tahmin ettiğimden de uzun olduğunu gördüm. Panik içerisindeyken aramızdaki boy farkına dikkat edememiştim. Ama şimdi ikimizde karşı karşıyayken kafamı kaldırıp ona bakmak zorunda kalmıştım. “Artık bana borçlu değilsin.” 


Kafamı usulca salladım. Yutkundum ve ona ikisinin aynı anlama gelmediğini anlatmaya çalıştığım bir bakış attım. “O yara benim yüzümden açıldı.”


“Ve aynı yara yine senin sayende kapandı.”


Gözlerinde öyle bir ifade belirdi ki, tutunduğum fayansa uyguladığım fazla güç yüzünden mermeri çatlatabileceğimi düşündüm. Kendimi sıkıyordum. Buna rağmen ifadesizce gözlerine bakmaya devam ediyordum. Nefesi yüzüme çarptığında elektrik yemiş gibi yaslandığım yerden doğruldum ve aramıza belirli bir mesafe koydum. Karşısında dikildiğimde, onun da aynı şekilde durmuş, az önce kalktığım yere bakmaya devam ederken buldum.


“Sanırım en baştan başlamamızın zamanı geldi, savcım.” Cümlemin üzerine kaşlarını kaldırdı. Ne demek istediğimi anlamıştı. Aramızda tamamlanmayı bekleyen yarım kalmış bir konuşma vardı. Kaderin bizi bir araya getirmek için aramıza dizdiği görünmez bir sebep vardı. O da babamın ölümüydü.


“Bana bir dakika izin ver,” dedi cansız bir sesle. Belli belirsiz kafamı salladım ve onu geride bırakarak banyodan dışarı çıktım. Odaya doğru geçerken bedenimde hissettiğim gevşemenin sebebinin şömineden gelen sıcaklık olduğunu anlamam uzun sürmedi. Yaralı olduğu halde kalkıp şömineyi yakmıştı. Bu adam hiç düşünmez miydi kendini? Zaten kendini düşündüğü için yaptı, dedi içimdeki o ses. Yaşadığı kan kaybı vücudundaki sıcaklığı neredeyse sıfıra indirmişti ve bu evde yeterince soğuktu. Kafamdaki her düşünce ulaşamayacağım kadar uzaklara savrulmuştu. Artık mantıklı düşünemiyordum.

Sıkıntılı bir nefes verdim. Ellerimle saçlarımı çekercesine geriye doğru savurduğumda, içinde bulunduğum dört duvarın arasında kalamadığımı fark ettim. Görünmez ellerin boğazımdaki ağırlığı nefes almamı güçleştiriyordu. Ve olduğum yere sığamıyordum. Daha birkaç saat önce tanıştığım yabancı bir adamın evindeydim. Babamın nasıl can verdiğini anlattığı kabus dolu bir hikayenin içine sürüklenmek üzereyken, tenimde ömür boyu taşıyacağı bir iz bırakmıştım. Her şey nasıl bu kadar tepetaklak olabilmişti? Hissettiğim kadar çaresiz görünmemeyi diledim.


Bir çıkış yolu bulabilmeyi diledim.


Mutfağa doğru ilerledim ve pencereyi sonuna kadar açtım. Yüzüme çarpan ayazın soğuğu, gözlerimi kapatıp derin bir nefes almama sebep oldu. Esmeye devam eden rüzgar, hafifçe çiseleyen kar tanelerini yüzüme doğru savurdu. Acı, girdiği her bedende farklı savunma mekanizmaları yaratırdı. Ya güçsüz ya da daha da güçlü kılardı. Ben her daim güçlü kalabilen tarafta olmuştum. Bunu korumak için elimden geleni yapmaya devam edecektim.


Yanıma doğru yaklaşan adım seslerini işittim. “Seninkiler ortalığı ayağa kaldırmıştır.” Sesindeki bu tını neyin nesiydi?


“Benimkiler mi?” Gözlerimi gözlerine sabitleyerek iç geçirmemek için kendimi sıkmak zorunda kaldım. Ancak attığım boş bakışların önüne geçememiştim. Bildiğim bir cevabı üsteliyor olmam ne kadar tartışılırdı bilmiyordum ama cümlesinin altında yatan alayı yakalayabilmiştim. Korumalarımdan sanki oyuncaklarım gibi bahsediyordu. Ne hoş.

“Etrafındaki korumalardan bahsediyorum.”


Bakışlarımı ondan çektim ve olayları zihnimde düz bir zemine oturtarak toparlamaya çalıştım. Kafamda bazı eksik parçalar vardı. Ancak altından çıkacak gerçekler beni korkutuyordu. Yalın’ın yokluğumu fark etmemesi imkânsızdı. Bütün bunları yaşarken tek bir kişinin bile buna şahit olmaması ise mucizeydi. İşin tuhaf tarafı ise şimdiye kadar beni bulmak için hiçbir girişimde bulunmamış olmalarıydı. Neler döndüğünü bilmiyordum. Ortaya çıkması uzun sürmeyecekti, hissediyordum.


“Beni nasıl buldun?” diye sordum, yüzüne dikkatlice bakarak. Yalan söyleyip söylemediğini anlamaya çalışacaktım. Ancak kimi kandırıyordum ki? O bir Cumhuriyet Savcısıydı. Adaleti omuzlarına yüklenmişti. Dürüstlük ise yolundaki meşalenin ta kendisiydi. Üstelik bunu kötülüğün, iyiliğin ensesindeki bütün güzel duyguları söküp aldığı bir dünyada yaşamamıza rağmen yapmaya çalışıyordu.


“Fazla zor olmadı.” Güldü. Bakımlı beyaz dişlerini gözlerimin önüne seren bir gülümseyişti. “Ama olayın aslı kolaylığında değil.” Başını iki yana salladı. “Çünkü ben birini bulmak istersem, bu hiç zor olmaz.”


“İşte şimdi tam bir savcı gibi konuşmaya başladın,” dedim kısık bir sesle.


Dudakları seğirir gibi oldu ve kaşlarını kaldırdı. “Bu özelliğimi mesleki kimliğimden ayrı bir noktada değerlendirmeni istediğimi bilmeni isterim.” Dikkatli bakışlarını yüzüme doğru çevirdi. “Ayrıca senin hakkında birçok şey biliyorum.”


Dişlerimi sıktım. Birinin avuçlarının arasında olduğunu hissetmenin kalbimdeki baskıcı gücünü fark ettim. O anda beni ağına çekmeye çalıştığını düşünmekten kendimi alamadım. Magazinden ya da göz önünde olan hayatımı bilebilirdi. Ama karanlıkta kalan hayatımı bilmesi… işte bu mümkün değildi.


“Beni zihninize kazımak istemeniz ne hoş, sayın savcım.” Yapmacık bir tavırla dudaklarımı büktüm. “Ama biraz da gerçeklerden bahsetmek istemez misiniz?”


“Gerçeklerin de yalanlar kadar binbir türlü yüzü vardır,” dedi ciddiyetle, ama yüzünde bir gülümseme vardı. “Ne kadarını öğrenmek için heveslisin, önce bunu dinlemek isterim.”


Hareketlerindeki ve konuşmalarındaki nazik kişiliğinin arkasında nasıl bir adam olduğunu çözemiyordum. Benim için bir yanılgıdan ibaret olabilirdi ve beni en çok korkutan buydu. Ona hiçbir şey anlatamazdım. O, devletin bir savcısıydı. Ve benim babam, devletin pek de uygun bulmadığı koşullar altında çalışmayı seven bir adam olmuştu. Kaldı ki bana işleriyle alakalı bilgi vermezdi. Ben de hiçbir zaman sorgulamazdım. Bazen benden yapmamı istediği ufak çaplı teslimatlar olurdu. Ürperdim. O geceyi hatırlamaktan kaçtım.


Tedirginlik duygusunun gözlerime yansıyıp yansımadığından emin olamıyordum ama “Babam,” dediğimde bu hissin sesime yansıdığını artık biliyordum. “Gerçekten nasıl öldü?”


Yüzündeki gülümseme soldu ve kaşları çatıldı. “Ölmedi,” diyerek net bir sesle karşı geldiğinde, kaşlarımı çatma sırası bendeydi. “Öldürüldü.”


Yüzümdeki bütün kanın çekildiğini hissettim. Öldürüldü. Derin bir sessizlik oluştu aramızda. Birbirimizin gözlerine bakarken, bakışlarımı çıplak karnındaki yara izine çevirdim. Bir anlığına hissettiğim sızı, kalbimdeki izlerin üzerine düşen bir zelzele gibi bedenimi hezeyana uğrattı. Hiçbir şey söylemeden tenine bakmama müsaade etti. Nereye baktığımı görebiliyordu, şüphesiz. Ve bunun için bana izin veriyordu. “Babamın dosyasını almak istiyorsun, değil mi?”


Bu soruyu beklemediği, bana bakan yüzündeki şaşkınlık dolu ifadeden belli oluyordu. “Evet,” dedi, başını sallayıp sorumu cevaplayarak. “Sahada olacak ve cinayet dosyasının başına atanacağım.”


Yutkunduğumda, hızlanan kalp atışlarımın sesini kulaklarımda hissediyordum. Onun ölmesini kabullenemiyordum. Ama öldürüldüğünü kabullenmek? İşte bunu kesinlikle yapamazdım. Babam burada olsaydı, nasıl davranmamı isterdi diye düşünürken buldum kendimi. Ve kocaman bir sessizlikle karşılaştım. Bu işi kendim halletmeliydim. Elimdeki gücü kullanarak, bu işin içinde olan kim varsa sakladığı yerden çekip çıkarabilirdim. “İstemiyorum.”


“Sanırım durumu yanlış anladın,” dedi. Kollarını göğsünde birleştirdiğinde sırtını duvara yasladı ve aramızdaki mesafeyi azaltarak karşımda dikilmeye başladı. “Senden izin almıyorum. Sana işin nasıl yürüyeceğini söylüyorum.” Pencere hâlâ açıktı ve sırtına zemheri bir soğuk vuruyordu. Üşüyecek, diye düşündüm içimden. Ve sonra bu düşüncenin ne kadar anlamsız olduğunu düşündüm.

Öfkeyle ona baktım. “Otopsi raporunda bile belli olmayacak kadar ağır bir metalin, babamın ölümüne sebep olduğunu nasıl öğrendin?” 


Bora derin bir nefes verdi. Oldukça sabırlı ve sakin bir tutum sergilemeye devam ediyordu. “Kaza yaptığı aracın incelemesinde cıvanın izlerine rastlanmış,” dedi baskın bir sesle. “Aklının alamayacağı kadar ceza davalarım oldu. İncelediğim cinayet dosyaları saymakla bitmez. Gözümün önündeki ipuçlarından yola çıkarak sonuca varmak benim için o kadar da zor değil.” 


“Öyleyse adli tıp raporunda böyle bir kayıt yok?” diye sorduğumda, sessizlik oluştu. “Yasalara göre kanıt yoksa, dosya da yoktur, savcım.”


“Hangi yasalara göre?” Dudaklarında beliren gülümsemeye takıldı gözlerim. “Senin dünyandaki yasalara uygun olmayabilir ama yasayı sen ya da ben değil, kanunlar belirler.”


“Saçmalık,” diyerek nefesimi verdim ve elimi belime koyarak odanın içinde yürümeye başladım. “Babamın bir kaza yüzünden hayatını kaybettiğine inanıyorum ve dosyanın açılmasını istemiyorum. Buna hakkım yok mu?” 


Bora, sanki içinde olduğum çelişkileri anlamış gibi, yaslandığı yerden doğruldu ve yüzlerimizi hizalamak için kafasını omzuna doğru yatırarak gözlerimin içine bakmaya çalıştı. “Neden kaçıyorsun?”

Borayla göz göze geldik ve o an daha iyi anladım. Onunla birlikte bu işin içine girersem, bu işin sonu benim için hiç iyi bitmeyecekti. Kendi isteğimle sonunda o kelepçeleri bileklerime takılmış halde bulacaktım.


Adalet meleğimi bileklerime prangalayacaktım.


Benden bir cevap beklediğini ve o cevabı ben vermesem bile kendisinin bir şekilde bulacağını meydan okuyan gözlerinde görebiliyordum. Buna rağmen sessizliğimi korudum. Geri çekileceğim sırada içeriye dolan kapı sesiyle birlikte irkildim. Bakışlarım önce çalan kapıya, daha sonra da Bora’ya doğru döndü. Onun da kapıya takılı kalan bakışlarında şaşkınlık vardı. Olduğumuz yerde kıpırdamadan durduğumuzda büyük bir korkuyla, “Birini mi bekliyordun?” diye sordum.


Çatılan kaşlarının arasından sert bir sesle, “Hayır,” dediğinde hissettiğim endişe büyüdü. Kapıya inen yumrukla birlikte yeniden irkildim. Uzanıp bileğimi tuttu ve beni banyoya doğru giden koridora yönlendirdi. Neler olduğunu anlayamıyordum. Buraya uzun zamandır gelmediğini söylemişti. Öyleyse kapıdaki kişi kimdi? “Ben gelip seni alana kadar sakın buradan çıkma.”


Kapının eşiğinde durduğumuzda sessiz kaldım ve içeri geçerek kapıyı üzerime kapatmasını bekledim. Bir süre hareket etmedi ve ona vermem gereken bir cevap varmış gibi bekledi. “Meyra,” dedi. O bir dakika boyunca kaçırdığım bakışlarımı ona doğru çevirdiğimde dudakları gerilmişti. “Lütfen burada kal ve ben gelip seni alana kadar sakın çıkma.”


Karşılaştığımız andan itibaren ilk defa nezaketi bir kenara bırakarak bana adımla seslenmişti. İçinde bulunduğumuz ana rağmen dikkatimden kaçmamıştı. Kafamı salladım ve üzerime kapanan kapıyla birlikte tedirginlik içinde beklemeye başladım. Kısa bir süre sonra evin kapısının açıldığını ve içeri dolan adım seslerini işittim. Öne doğru eğilerek kapı aralığından uzandığımda, kulağıma gelen sesleri boğuk da olsa duyabiliyordum.


Ancak işittiklerimi geri alabilmemin bir yolu olsaydı, tam da şu an bu hakkımı kullanmak isterdim.


“Çok acil emniyete gelmen gerekiyor, Bora,” dedi tok sesli bir adam. Bora’nın karşısında her kim vardı, bilmiyordum ama acı dolu bir nefes vermeme sebep olan o cümleleri kurduğunda ruhumdaki feryat eden geleceği duyabiliyordum. “Meyra Salman, babası Balamir Salman’ın ölümünde şüpheli olarak aranıyor.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bölüm 5: "Başladığın Şeyi Bitirme İradesi"

5. “Başladığın Şeyi Bitirme İradesi” ༄ “Derler ki; hayat var olmaktan ve yok olmaktan ibarettir. Sanmayın ki yaşam bir nimettir.  O size ver...